Bu yazımızda bir evvelki yazımızla da irtibatlı olarak, Bayındır’ın, Kuran’da Dindarlık yazısında meselelere yaklaşımındaki bazı usul ve metod yanlışlarını konu edineceğiz. 

'Usul ve Metod Yanlışları'

Bu yazımızda bir evvelki yazımızla da irtibatlı olarak, Bayındır'ın, Kuran'da Dindarlık yazısında meselelere yaklaşımındaki bazı usul ve metod yanlışlarını konu edineceğiz.

Bayındır, Bezmi-i Elest ve Hz. İbrahim'le ilgili görüşlerini serd ederken 'aklı kullanmak' ve 'gözlemde bulunmak' gibi 'hakikati arayış metodlarına' temas etmekte ve fakat bunu yaparken büyük yanlışlara imza atmaktadır.

Bunların İslamî ölçü ve kriterlerle açığa çıkarılması, hem söz konusu yanlışların büyüklüğünü anlamak, hem de bu yanlışlara imza atan 'Kuran İslamcılarının' -esas şöyle dursun- usulde nasıl yanlış bir yol takip ettiklerini anlamak için önemlidir.

İşin ehli olan bilir ki, bir konunun araştırılmasında usul ve metodda yapılan hatalar, konunun mahiyetini de değiştirir. Bunun için 'Usul esasa mukaddemdir' prensibi, Mecelle başta olmak üzere bütün hukuk sistemlerinin değişmez prensibidir. Usul bozulunca esas da bozulur.

Elbette ki bu prensip sadece hukuk için geçerli değildir. İslamî ilimlerde de aynı şey geçerlidir. Mesela 'Tefsir' ilminden önce 'Tefsir Usulü' ilmi, 'Hadis' ilminden önce 'Hadis Usulü' ilmi, 'Fıkıh' ilminden önce de 'Fıkıh Usulü' ilmi gelir. Usule verilen bu önem sebebiyle İslamî ilimlerle bütün dünyada ilimde, düşüncede, fende, sanatta, tarihin başka bir örneğini kaydetmediği en büyük inkılap meydana gelmiştir. Bu sözün manasını İslam'ın dünyada asırlar boyunca bıraktığı etkiyi bilenler çok iyi anlarlar.

Bu genel girişten sonra Bayındır'ın Hz. İbrahim (a.s.) ve diğer bazı konularla ilgili usul ve metod hatalarını tespit etmeye çalışalım:

I- GÖZLEM TEK BAŞINA HAKKI BULMAYA YETMEZ

Bu başlığı, Bayındır'ın bir evvelki yazımızda nübüvvet ve tevhid inancı açısından değerlendirdiğimiz şu cümlesindeki büyük yanlış sebebiyle attık:

'İbrahim (a.s.) toplumun tesiriyle yıldızın, ayın ve güneşin birer ilah olduğunu sanıyordu. Onların ilah olamayacaklarını daha sonra yaptığı gözlemlerle öğrendi.'

Bu tespit tamamıyla yanlıştır.

Önceki yazımızda peygamberlerin masum olduğu ve ayet-i kerimede Hz. İbrahim'e 'yerlerin ve göklerin melekûtunun gösterildiğinin' haber verildiği gerçeğinden hareketle, Hz. İbrahim'in zaten tevhid gerçeğini bildiğini, Allah'a şirk koşmanın, putperestliğin manasını çok iyi anladığını ve bundan dolayı da çevresini, yakınlarını ikaz ettiğini anlatmıştık.

Yerlerin ve göklerin melekûtunu bilen, tevhidi en iyi şekilde anlayan bir peygamber için 'Önce bilmiyordu, sonra gözlem yoluyla öğrendi' demek kadar büyük bir cehalet ve itham olamaz.

Nübüvvet nuruyla donanmış bir kalbin ve o kalbin emrindeki selim aklın gözleme muhtaç olduğunu söylemek, nübüvvet ve vahiy gerçeğini yok saymak anlamına gelir. Bu, ilimcilik görüntüsü altında mutlak hakikati katletmekten başka bir şey değildir.

Gelelim gözlemin mana ve mahiyetine:

Gözlem, bir olayın, bir gerçeğin ya da bir nesnenin niteliklerini öğrenmek için, onu özenli, planlı ve dikkatli bir biçimde ele alıp gözetlemek, incelemek demektir.

Gözlemde hakkı arama vasıtası beş duyudur.

Gözlemin hakikati aramada bir vasıta olduğu elbette ki inkar edilemez.

Ama beş duyuyu hakkı bulmanın tek vasıtası gibi göstermek ve onu yanılmaz kabul etmek büyük bir yanlıştır, kaba bir idraktir. Çünkü beş duyu hem yanılabilir ve hem de idrak kapasitesi sınırlıdır.

Nitekim Rönesans'tan sonra batıda gelişen bilimsel araştırmalarda müşahedeye büyük önem verildiği, bütün bu çalışmalar birtakım keşif ve icatlara da sebep olduğu halde, insanlık, materyalizmin (o devirdeki ifadesiyle pozitivizm ve determinizmin) kıskacına düşmekten kurtulamamıştır. Sonuçta da güya 'bilimsellik' iddiasındaki bu materyalist kainat ve insan görüşü, maalesef 'dünya kültürü' haline gelerek insanlığı hasta etmiş, bunalım ve buhranlara sürüklemiştir.

Evet, bu vahim sonuca sebebiyet veren şey de gözlem ve deney idi…

Kuran ayetlerinde müşahedeye, yani gözleme dikkat çekilir ve metod olarak 'eserden müessire gidiş' metodu kullanılır. Bu, hakikati anlamaya yarayan delil ve burhan toplamanın ilmî usulünü ifade eder.

Ancak bu gözlem 'sadık haber' diye bilinen vahyin / naklin rehberlik ve kontrolünde olduğu için, neticede sapma olmaz, yanlış sonuçlar meydana çıkmaz.

Bu nedenle İslamî Dünya Görüşünde bilgi vasıtaları anlatılırken beş duyuya (tabiatıyla gözleme) hakkı aramanın yollarından sadece biri olarak bakılır ve ona da 'hiss-i selim / selim olma' şartı getirilir.

Bayındır ise yazısında gözlem meselesine, bütün bu incelikleri, İslamî muhtevayı, metod ve usul kurallarını dikkate almadan, adeta batılı bir araştırmacı mantığıyla yaklaşmakta, dahası bu metodu (gözlemi) Hz. İbrahim (a.s.) gibi ulu'lazim bir peygamberin 'hakkı bulma usulü' olarak takdim etmektedir. Doğrusu buradaki cehalet ve hadsizliği ifade edecek kelime bulmakta zorlanıyorum!

II- AKLIN KULLANILMASI MESELESİ

Bayındır, Hz. İbrahim'le ilgili ayetlerde geçen 'Düşünmez misiniz' sorusunu 'Aklınızı kullanmayacak mısınız?' veya 'Bilgilerinizi kullanmayacak mısınız?' sorusuyla eşit olarak ele almakta, insanı sadece aklî ve bilgi boyutuyla değerlendirmektedir.

İnsanı sadece akıl ve bilgi boyutuyla tanımlamaya çalışan bu yaklaşımı hem Hz. İbrahim (a.s.) meselesinde hem Bezm-i Elest meselesinde, ayrıca başka yazı ve konuşmalarında da görmekteyiz.

Bu konuda da usul ve metod olarak ciddi yanlışlar mevcuttur:

1- Öncelikle akılla bilginin aynı şey olmadığını ifade etmek isteriz.

Akıl insanda fıtrata bağlı olarak, bir kuvve halinde hakkı aramanın ve bulmanın vasıtasıdır. Ama aşağıda belirteceğimiz üzere akıl da beş duyu gibi tek başına hakkı bulmaya muktedir değildir.

Bilgi ise doğru veya yanlışlığı henüz net olarak ispatlanmamış malumat malzemesi demektir. Bilgiler yanlış da olabilir, doğru da olabilir.

'Akıl tek başına hakkı bulmak için yeterli değildir' cümlesinin altını kalın bir çizgiyle çizelim.

Çünkü:

İnsanda asıl merkez 'akıl' değil 'kalp'tir. Bundan dolayı imanın da inkarın da mahalli / merkezi kalptir. Akıl, hükümdar konumundaki kalbin yardımcısı yahut veziri mesabesindedir.

Bayındır'ın ve Kuran'ı / İslam'ı saptıran diğer bütün zevatın bilmediği veya anlamak istemediği gerçek budur. Bundandır ki İslam'da iman tanımlanırken 'kalbin tasdiki'ne ve 'dilin ikrarı'na dikkat çekilir. Yani 'iman eşittir bilgi' değildir. İman, bilgiyi de içine alan kalbî tasdik, daha da derini insan fıtratının, gönlünün ve aklının Allah'a meyletmesi ve onu gönül hoşluğuyla tasdik etmesidir. Bu konuda söz uzundur. Bu, kitap çapında araştırılması gereken büyük bir gerçektir. Biz maksada işaret etmesi bakımından bu kadarla iktifa ediyoruz.

Akıl tek başına hakkı bulmanın vasıtası olmadığı içindir ki, kullarına merhamet eden, 'Rahim' olan Cenab-ı Hak, vahiy yoluyla insanları bilgilendirmiş, istikametin temel taşlarını döşemiştir. Onun için akıl, vahye, Kuran ve Sünnet'le sabit olan naklî delillere hayatî derecede muhtaçtır. Akıl, insana müstakil / bağımsız bir varlık iddiasında bulunsun diye değil, Allah'ın vahiyle bildirdiği, Kitap ve Sünnet'le sabit olan gerçekleri anlasın, bu hikmetleri kavrasın ve sahibini doğru istikamete yönlendirme hususunda görev yapsın diye verilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) 'Aklı olmayanın dini de yoktur' (Camiü's-Sağir, 4, 528.) buyurarak, aklın mükellefiyetteki bu büyük önemine işaret etmiştir.

Ama bu, aklın hakikati bulmada yeterli olduğu anlamına gelmez. Çünkü aklın zaman ve mekan şartlarıyla kayıtlı düşündüğü, bu sebeple haddi hududu olduğu, takatini aşan meselelerde söz sahibi olamayacağı bir gerçektir.

Aklın yetersizliği, hatta rehbersiz aklın saptırıcılığı konusunda en büyük delil, felsefenin ibretlik halidir. İnsanlık tarihi boyunca süregelen arayışta felsefe hiçbir zaman hakikati keşfedememiş; filozofların hali, kendi akıl dağarcıkları çerçevesinde bir kördöğüşüne dönüşmüştür.

Felsefî akımlardan Rasyonalizmin hakikati bulma iddiasında nasıl çuvalladığını, rasyonalistlerin fıkralara konu olacak sapkın hallerini, felsefe tarihinden çok iyi biliyoruz.

Rasyonalizm / akılcılığın, İslamî yapı ve oluşumlardaki karşılığı Mutezile olarak bilinir.

Aklın hakkı bulmada isabet edemeyeceğine dair İslamî tecrübe açısından en büyük delil, Mutezilenin içine düşmüş olduğu sapkınlıktır. Bu sapkınlık 'Kul fiilinin halıkıdır' diyecek kadar aklı ilahlaştıran bir dalalet fırkası olarak tarihteki ibretlik yerini almıştır.

Doğruyu söylemek gerekirse bugün tahrifatçı - reformcu kategorisinde konumlandırılan sözüm ona Müslüman kimlikli birçok kişi, Mutezilenin bir nevi günümüzdeki temsilcileri misyonunu ortaya koymaktadırlar. İşte bugün İslam dünyasındaki pek çok sapkın görüşün altında yatan sebep de budur; aklın ilahlaştırması yahut putlaştırmasıdır.

İslam'ın ve Kuran'ın övdüğü akıl, tek başına, rehbersiz, delilsiz, karanlıkta uçuşan ateş böcekleri gibi yönsüz, yordamsız bir akıl değildir.

İslam'da akılla naklin bütünleşmesi ve naklin akla rehberliği vardır.

Buna göre akıl, 'mutlak hakikat' olarak bildirilen vahiy gerçeğine, Hz. Peygamberin (s.a.v.) İslam'ı anlama, anlatma, uygulama tarzını anlamaya ve bunu kendisi için de bir 'hayat tarzı' olarak algılamaya yönlenmeli, dolayısıyla da 'ilahî bir nimet' olduğunu göstermelidir.

İslam alimleri akılla, Kuran ve Sünnet'ten müteşekkil olan naklin münasebeti hakkında çok şeyler söylemişlerdir. Bunlar içinde Gazali'nin şu benzetmesi çok mühimdir:

'Nakil / vahiy', hakikati anlama konusunda 'güneş' gibidir. 'Akıl' ise o güneş ışığı sayesinde görebilen 'göz' mesabesindedir.

Nasıl ki güneş olmadan göz göremezse, vahiy / nakil olmadan da akıl karanlıkta kalır, vazifesini icra edemez.

Öte yandan güneş olduğu halde gözün olmadığı durumda da maksat hasıl olmaz. Yani akıl olmazsa naklin önemi ve hayatiyeti kavranamaz; vahyin aydınlattığı yolda yürüyecek bir 'akıl' da lazımdır.

Olması gereken, güneş hükmünde olan naklin, göz hükmünde olan akla ışık tutmasıdır. Bu münasebeti doğru kavrayamayan bir kişi, İslam alimi olmak bir tarafa, normal bir Müslüman seviyesinde bile kalamaz.

Akıl, naklin rehberliğini kabul etmez de, kendini beğenir, bağımsızlık iddiasına kalkışırsa, dalalete, sapkınlığa düşer ve belki de lanete uğrar. Bunun Kuran'da geçen en tipik örneği, şeytanın halidir. Cenab-ı Hak İblis'e, Hz. Âdem'e secde etmesini, onun üstünlüğünü kabul etmesi emrettiği halde İblis'in aklını / kendini beğenerek, 'Beni ateşten yarattın, onu topraktan. Ben ondan üstünüm' demesi ve secde etmemesi ve bundan dolayı da lanetlenmesi, akıl - nakil münasebetini anlamada ibretlik bir misaldir. Buradan hareketle aklın ilahlık iddiasına kalkışacak bir varlık değil, Allah'a kul olacak, naklin rehberliğinde çalışacak ilahî bir nimet olarak görülmesi gerektiğini ifade etmeliyiz.

III- İSLAM'DA BİLGİNİN KAYNAK VE VASITALARI

Bayındır'ın bahsi geçen usul ve metod yanlışları, İslam'da bilginin (veya hakkı bulmanın) kaynak ve vasıtalarını da gündem etmemizi gerektirmektedir. Yazımızın uzamaması için çok özetle ifade edersek şunları söyleriz:

İslam'da bilginin kaynakları şunlardır:

1- İnsan fıtratı ki akıl buna dahildir.

2- Mülk veya şehadet alemi denilen kainat. Yani yerler, gökler ve bütün mevcudat.

3- Nakil / vahiy, yani Allah'ın peygamberler vasıtasıyla bildirdiği hakikatler yekûnu.

Hiç şüphesiz ki bu kaynaklar içinde yanılmayan, yanıltmayan, mutlak hakikat, mutlak gerçek olan sadece 'nakil'dir. Onun için 'fıtrat' ve 'kainat' malzemeleri naklin rehberliğiyle değerlendirilirse yanlışa düşülmemiş olur. Bu sebeple naklin rehberliğinde düşünen Müslümanlar -ister alim, isterse sıradan birer Müslüman konumunda olsunlar- hidayet üzere olurlar.

İslam'da bilgi vasıtaları da üçtür:

1- Akl-ı selim,

2- Hiss-i selim,

3- Sadık haber (doğruluğunda şüphe olmayan, peygamberin haberi, vahiy).

Akl-ı selim, sıhhat şartlarını taşıyan akıl demektir. Buna göre rasyonalizmin, felsefenin tarif ettiği akıl selim akıl değildir. Çünkü aklın selim olabilmesi, naklin rehberliğini kabul etmesine bağlıdır. Akıl ancak bu durumda 'akl-ı selim' olur. Kuran'da gerçek akıl sahiplerine, 'ulû'l – elbab' diye tanımlanan 'gönül ve akıl bütünlüğü' manasındaki idrake vurgu yapılır. Buna göre herkes akıl taşır, ama gerçek akıl sahipleri, yani akl-ı selim olanlar maalesef çok azdır. Bu gerçek Kuran'da da yer alır.

Akıl had ve hududunu bilmeli, zaman ve mekan şartlarında düşündüğünü anlamalı, sıkletini aşan konularda naklin rehberliğini esas alıp uygulamalıdır.

Hiss-i selim, sağlam beş duyu demektir. Akılda olduğu gibi hislerde / duyularda da bir yanılma payı olduğu unutulmamalıdır. Ayrıca önceki satırlarda da ifade edildiği gibi beş duyu yoluyla edinilecek bilgi de oldukça sınırlıdır.

Sadık haber ise, vahiyle sabit olmuş, doğruluğu kesin olan gerçekler manzumesidir. Buna 'Resulün haberi' de denebilir.

Görüldüğü üzere İslam aklı rasyonalistlere, felsefecilere bırakmamış, onu -selim olması şartıyla- hakkı bulma yolunda ilahî bir nimet olarak kabul etmiştir.

Keza İslam beş duyuyu da materyalistlere, pozitivistlere havale etmemiş, bunu da yine selim olması şartıyla hakkı bulmanın bir vasıtası olarak kullanmıştır.

Sadık haber / Resulün haberi ise, akla ve beş duyuya rehber yapılmıştır.

Yani aklın ve beş duyunun ortaya koymuş olduğu malzeme, naklin rehberliğinde değerlendirilmeli ve ortaya buna göre sonuçlar çıkarılmalıdır.

Nitekim bu sonuç İslam tarihi boyunca Hz. Peygamberin (s.a.v.) örnekliğinde, Sahabe, Tabiîn, Tebaitabiîn ve diğer bütün İslam alimlerinin ortaya koydukları hayatlarda 'İslam'ı anlamak ve yaşamak' olarak tecelli etmiştir.

Gerçeğin anlaşılması ve aklın kapasitesini tespit babında son olarak büyük veli Muhyiddin Arabî'nin şu tespitini de nakledelim:

'Akıl Allahu Teala'nın ne olduğunu değil, ne olmadığını bilmeye yarar.'

Yani akıl Cenab-ı Hakkın tenzihî sıfatları noktasında yine naklin rehberliğinde görev yapar; ancak Onun zatının ve sıfatlarının ne olduğu konusunda tamamen naklin beyanına muhtaçtır.

Benzer şekilde Hz. Ebubekir Sıddık Efendimizin (r.a.) şu sözü de aklın acizliğine ve sınırına işaret eder:

'En büyük idrak, idrakin acziyetini idrak etmektir.'

İşte Bayındır ve onun gibiler, İslam'daki bu usul ve metod kriterlerini, hususiyle de Hz. Peygamberin sünnet ve hadislerini dikkate almadıkları için, 'sadık haber' olan Kuran'ı doğru anlama imkanını da kaybetmişler, sonuç olarak birçok yanlış ve bozuk fikre kapılmışlardır.

Şu ayet-i kerime bunların halini yansıtmaktadır:

'İnsanlardan öylesi de vardır ki, bir ilmi, bir yol göstericisi (rehberi), aydınlatıcı bir kitabı olmadığı halde, kibirlenerek insanları Allah'ın yolundan saptırmak için, Allah hakkında tartışmaya kalkar. Ona dünyada bir rezillik vardır. Ona kıyamet gününde de yangın azabını tattıracağız.' (Hac: 8.)

Biz müminlere düşen vazife, bu bozuk fikir ve yaklaşımları taşıyan güruhu iyi tanımak, onlara kapılmamak, onların saptırıcılığını etrafımıza anlatmak, güç ve takatimiz nispetinde bu yanlışlarla mücadele etmektir.

'Kuran'da Dindarlık' yazısındaki diğer yanlışları incelemeye devam edeceğiz.