Peygamber Efendimizin (s.a.v.), Müslümanların ahir zamanda yaşayacağı zilletin temel sebebi olarak anlattığı vehn hadisinde geçen “dünya sevgisi” kavramının nasıl bir musibet olduğuna, ayet ve hadislerden sonra bu yazımızda da “büyüklerin diliyle” dikkat çekmek istedik.

I- Dünyanın Çirkinlik ve Kötülüğünün Temsillerle İzahı

Tahkik ehli ulemâ ve özellikle de kalp gözü açık olup Allah’a ârif olan zâtların eserlerinde dünyanın kötülük ve çirkinliğine iki yönden dikkat çekilir. Bunlardan biri dünyanın mahiyetinin iğrenç ve değersiz olduğu, diğeri de dış görüntüsünün aksine, zeval bulup yok olacağıdır. Dünyayı değersiz, tehlikeli ve çirkin kılan asıl sebep ise, Allah’a giden yolu tıkayıp mârifetullaha engel olmasıdır.

“Bilmelisin ki, bu dünya dış görünüşü itibarıyla tatlıdır. Şeklî bir tazeliğe sahiptir. Fakat o gerçekte öldürücü zehir ve boş bir metadır. Dünyayla olan alaka ve irtibatın arkasında bir fayda yoktur. Dün­yanın makbul gördüğü kimse rezil, ona kendini kaptıran da delidir. O tıpkı altınla donatılmış pis­lik ve şekere bandırılmış zehir gibidir.

Akıllı kimse odur ki, böyle kuru bir metaa aldanmaz ve bunun gibi bozuk bir şeye ilgi duymaz…” [1]

Bu satırları içinden aldığımız Mektubât’ın sahibi İmam Rabbânî (k.s.), bir başka mektubunda dünyanın iç yüzünü ve kişiyi mutlaka Hak’tan perdelediği gerçeğini şöyle açıklar:

“…Her kim dünyayı razı etmeye çalışırsa… âhireti kendisine darıltmış olur. Şüphesiz âhiretten yana hiçbir nasibi olmaz.

Noksan sıfatlardan münezzeh olan yüce Allah, bizi ve sizi dünyaya ve dünya ehline muhabbetten korusun.

Ey oğul! Dünya nedir bilir misin?

Kadın, çocuk, mal, makam, riyâset, oyun, oyuncak, lüzumsuz işlerle uğraşmak. Bütün bu sayılanlardan hangisi seni Sübhan Hak’tan alıp başka şeylerle oyalayıp perdeliyorsa, o, dünyaya dâhildir.” [2]

II- Dünyayı Seven Kötü Âlimlerin Durumu

“Din Hırsızları”

İmam Rabbânî, Mektubât’ın, kötü âlimleri anlattığı 33. Mektubunda, dünya sevgisinin âlimlerin yüzünde siyah bir leke olduğunu, böyle âlimlerin halka faydalı olmakla, hatta İslam’ın kuvvetlenmesine hizmet etmekle birlikte, kendileri için bir menfaat temin edemediklerini söyler ve “Allah bu dini fâcir bir kişinin eliyle de teyit eder” mealindeki hadis-i şerifi buna delil gösterir.

Ardından bu âlimlerin kayıplarının sadece sahip oldukları ilimden istifade edememek olmadığını, zararın bundan çok daha büyük olduğunu; Allah katında en aziz şey olan ilmi, en zelil ve hakir şey olan dünya menfaatine alet etmenin “Allah’ın aziz kıldığını zelil, zelil kıldığını da aziz kılmaya çalışmak” olacağını, bunun da -hâşâ- “Allah ile çatışmaya kalkışmak” anlamına geleceğini söyler. Bu husustaki delili ise şu hadis-i şeriftir:

“Azap ciheti ile insanların kıyâmet günü en zorda olanı öyle bir âlimdir ki, Allah kendisine ilminden fayda vermemiştir.”

İmam Rabbânî’ye göre tedris ve fetva işlerinin faydalı olmasının şartı, makam ve baş olma sevgisinden, mala ve yükselmeye karşı tamahtan uzak olmak, yani halis bir niyettir. Bunun alâmeti ise dünyaya karşı zâhid gönüllü olmak ve onun geçici şeylerine gönül bağlamamaktır.

Dünya sevgisine esir düşen âlimler için bu mektupta İmam Rabbânî “din hırsızı” ve “insanların en şerlileri” tabirlerini kullanır. Şu âyetleri de onlar hakkında zikreder:

“Allah onların hepsini tekrar dirilttiği gün, dünyada size yemin ettikleri gibi O'na da yemin edecekler ve kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını, sanacaklardır. İyi bilin ki onlar yalancıdırlar. Şeytan onları hâkimiyeti altına alıp kendilerine Allah’ı anmayı unutturmuştur. İşte onlar şeytanın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, şeytanın tarafında olanlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.” (Mücâdele: 18 – 19)

Mektubun devamını aynen aktaralım:

“Büyüklerden biri şeytanı gördü. Azdırmak ve saptırmak işinden geçmiş, boş oturuyordu.

Şeytana böyle boş oturmasının sebebini sorunca lâin şöyle anlattı:

“Bu zamanda kötü âlimler işimde bana çok yardımda bulunuyorlar, azdırmak ve saptırmak işinde (benim) yerimi aldılar. O kadar ki beni böyle eli boş bıraktılar.”

Şu bir hakikattir ki, bu zamanda şeriat işlerinde her ne gibi bir zaaf, savsaklama vaki olduysa, İslam dininin ve şeriatın yürürlüğünde her ne gibi bir duraksama zuhur ettiyse, ancak kötü âlimlerin meş’emeti (kötülüğü, uğursuzluğu) ve kötü niyetleri dolayısıyla oldu.

Evet, eğer âlimler dünyaya gönül vermeyip makam, baş olma sevgisinden, mal tamahı, üstün tutulma arzusunun esaretinden kurtulan kişiler sınıfına girmiş olsalardı, o zaman âhiret âlimi olurlardı. Peygamberlerin de vârisleri, halkın da en faziletlileri durumunda bulunurlardı. Yine bu zâtlar “Kıyâmet günü bunların mürekkepleri Allah yolunda şehit olanların kanları ile tartılacak ve bunların mürekkepleri ağır gelecektir”, “Âlimin uykusu ibadettir” hadis-i şerifleri ile anlatılan zümreden olurlardı. Bu manalar onların hakikileri için bir hakikattir.” [3]

Anlaşılıyor ki, insanların istikametine müsbet veya menfi olarak yön veren âlimlerin sapmasına sebep olan şey de ağırlıklı olarak dünyadır. Kendini dünyanın şerrinden koruyabilmiş, “Peygamber vârisi” gerçek âlimlerin varlığı toplum için çok büyük bir teminat ve mutluluk vesilesidir. Ama ne hazindir ki ahir zaman şartlarında böyle âlimleri fener yakıp arasak da bulamıyoruz. Yok diyemesek de azdan da az kaldılar…

III- Âhireti Unutturan Dünya Meşgaleleri

Allah’a kurbiyet kesbetmede (yaklaşmada, yakınlaşmada) engel ve perde olan dünya ile mücâhede zordur. Ama bunun yanında bir de insan için zaruri olan dünya meşgaleleri söz konusudur. Bu meşgaleler hayatın devamı için şarttır, gereklidir. Meselenin giriftleşmesi de zaten bu noktadadır. Hayat imtihanı karşısında kulun mahareti de yine bu noktada ortaya çıkmaktadır.

Hayatın devamı için dünya meşgaleleri ile uğraşmak şart olduğuna göre, bu konuda meşru olanla gayrı meşru olanı, helal ile haramı, mübah ile şüpheliyi birbirinden ayırmakta hassas olunması gerekmektedir.

Bunun için insana önce, en az zarurât-ı diniyeyi bilecek kadar ilim, sonra da bildikleri ile amel, amelde de ihlâs gerekir.

İnsan dünya meşgalelerine iman, ilim ve amel teçhizâtını kuşanarak yönelmelidir. Burada en hayati mesele, kalbin dünyaya kaptırılmaması ve hasta edilmemesidir.

Mü’min, hayatın baştanbaşa bir imtihan sahnesi olduğu şuuruyla hareket etmek zorundadır. Burada hayat imtihanına vurgu yapan şu âyet-i kerimeyi tekrar hatırlayalım:

“Yeryüzünde olan şeyleri insanların hangisinin daha iyi iş işlediğini ortaya koyalım diye yeryüzü için süs yaptık.” (Kehf: 7)

Cenâb-ı Hak, dünya meşgalesi olup da sevgi ile meyledilen unsurları şu âyet-i kerimede anlatmaktadır:

“Kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara, ekinlere olan ihtiraskârâne sevgi, insanlar için bezenip süslenmiştir.” (Âl-i İmran: 14)

Bu âyette sayılan yedi şey, şu âyette geçen beş çeşit arızaya yahut zaafa ve de yanlışa sebep olmaktadır:

“Bilin ki dünya hayatı oyun oyalanma, süslenme, aranızda övünme, daha çok mal ve çocuk sahibi olma davasından ibarettir.” (Hadid: 20)

Hal böyleyken, dünyanın şerli yönüne kapılmamak için meşru ile gayrı meşruyu, Allah için olanla olmayanı birbirinden ayırmak şarttır. Dünya meşgalelerinin âhirete yardımcı birer unsur haline gelmesi, hayat imtihanında en hayati ve en can alıcı noktadır.

Peki, dünya işleri ile meşgul olurken, bu meşguliyetin fitne ve aldatıcı olan dünyaya mı, yoksa âhirete yardımcı olan dünyaya mı hizmet ettiğini nasıl anlayacağız? İşte sorunun düğüm noktası burasıdır.

Detaya girmeden şu ölçüyü ortaya koyabiliriz:

Önce meşgul olunan dünyevî meselenin Kitap ve Sünnet açısından meşru olup olmadığına bakılır. Haram ve şüpheli olanlar terk edilir. Helal ve mübah olanlar tercih edilir. Helal ve mübah olanlardan da sadece ihtiyaç miktarı ile yetinmek en sağlam yoldur.

Bütün bu dünyevî meşgalelerde belirleyici merkez, kalptir. Bir meşgalenin Allah ve âhiret için mi yoksa dünya ve hevâ-yı heves için mi olduğuna karar verecek olan kalptir; yani kalpteki samimi niyet ve ihlâstır. Şâyet iştigal olunan bir iş, helal ve meşru dairedeyse ve de kalbin o işte niyeti Allah’ı razı etmek ise o iş, o meşgale artık kerih ve çirkin görünen dünyadan sayılmaz. Tam aksine, âhirete yardımcı ya da âhiret sermayesi sayılan dünya olur. Hatta ibadetten bir parça olur. İşte dünya meşgalelerinin âhiret işine çevrilmesinin yolu budur.

Bu bağlamda bu yaklaşım ölçüsüne işaret eden şu hadis-i şerif çok önemlidir:

“Helalinden olarak dünyalığı üstünlük ve övünmek için toplayanlar, kıyâmet günü Allahü Teâlâ’nın huzuruna Allahü Teâlâ onlardan gazaplı olduğu halde gelirler. Ama ihtiyacını temin, dilencilikten kurtulma ve nefsini korumak için mal kazananlar, kıyâmet günü yüzleri ayın ondördü gibi parlak olduğu halde mahşer yerine gelirler.” [4]

IV- Dünyanın Fitnesinden Korunmak ve Din ile Dünyanın Meşru Yönünü Birleştirmek

Fitnesiyle saptıran, câzibesiyle aldatan dünyayı terk etmek, düşman bilmek, kalpten atmak için mücâhede ve mücadele etmek, insan için vazgeçilmez bir vazifedir. Bunu yapmanın açık bir emir olduğu âyet ve hadislerle ortadadır.

Bir mü’min için burada sorun, helal ve meşru da olsa, dünyalığı kalbe koymamaktır. İşin zorluğu da buradadır.

Peki, helal ve meşru olan dünya ile dini birleştirmek mümkün müdür?

Âlimler bunun mümkün olduğunu söylemektedirler. Zaten hayatın gerçekleri ve pratik uygulamalar da bunu gerektirmektedir.

Bu hususta İmam Rabbânî’nin ölçü niteliği taşıyan bir açıklamasını aktaralım:

“Din ile dünyayı bir arada cem etmek, iki zıddı bir araya getirmek gibi bir şeydir. Bunun için âhiret talibine dünyayı terk etmek yaraşır. Bilhassa bu zamanda dünyayı hakiki manada terk pek zor olduğundan hükmen terk edilmesi gerekir.

Hükmen terk şu manayadır:

Dini işlerde şeriat-ı garra muktezası hükmü ile mahkûm olmak gerekir.

Yemede, içmede, mesken işlerinde şer’î sınırlara riâyet edip, onun cevazı dışına çıkmamalıdır.

Ticaret mallarının, altın gümüş ve diğer nemalı malların zekâtını vermek lazımdır.

Eğer şer’î hükümlerle süslenmek müyesser olursa, dünyanın mazarratından kurtulmak hâsıl olur. İşte o zamandır ki dünya ile âhiret birleşir.” [5]

İmam Rabbânî’nin bu açıklaması günümüz şartlarında nasıl hareket etmemiz gerektiğini ortaya koyuyor. Buna göre dünya hakiki manada değil, “hükmen” terk edilmelidir. Dünyayı hükmen terkin manası, şeriatın ölçülerine göre yaşamak, her adımını bu ölçülere göre atmaktır. Ölçü koymak değil, Allah ve Rasûlünün koyduğu ölçülere uymaktır.

Burada en büyük vazife kalbe düşmektedir.

Bir kimse her işine Allah rızâsını kast ederek koyulursa, azaları ile sâlih amellere sarılırsa, aklıyla helal ve meşru dairede kalmaya dikkat ederse, dünya ile meşgul görünse de her haliyle ibadet halindedir. Bu yapıldığında hayat baştanbaşa ibadet programının içine girmiş olur. Burada en hayati nokta, kalbin Allah için niyeti ve ihlâsıdır.

“El kârda gönül yârda” ya da “Kalp Hak ile kalıp halk ile” şeklideki özdeyişlerimiz, anlattığımız bu halin en güzel ifadesidir.

İşte din ile dünyayı birleştirmenin yolu budur.

Bununla beraber dünyanın şerrinden, fitnesinden câzibesinden ve sihrinden hiçbir zaman emin olunamaz. Devamlı teyakkuz halinde bulunmak, nefisten, şeytandan ve Allah yolunda engel teşkil eden her şeyden Allah’a sığınmak, O’nun hıfz u himayesine girmek şarttır.

Bunun için hayat boyu şu âyet-i kerimelerin ikazına kulak vererek yaşamalıdır:

“Ey insanlar, haberiniz olsun ki, Allah’ın va’di muhakkak gerçektir; sakın o dünya hayatı sizi aldatmasın ve sakın o aldatıcı şeytan, sizi Allah’a karşı aldatmasın!” (Fâtır: 5)

“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evlâdı, ne evlâdın babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokman: 33)

“Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyunuz ki, onun yakıtı insanlar ve taşlardır.” (Tahrim:6)

Sonuç

Vehn hadisinde geçen “dünya sevgisi”ni üç yazıyla, birçok yönüyle tahlil ettik. Şüphesiz ki üç yazı, bu meseleyi bütün yönleriyle ortaya koymak için yeterli değildir; bu konuda ciltlerle eser yazılsa yeridir.

Gerçek şu ki dünya sevgisinin bir mümin için “afet” olmaması, hayat boyu sürecek bir mücadeleyi gerektirir. Bundandır ki Kitap ve Sünnet’te dünyanın bu şerli yönüne en üst perdeden dikkat çekilmektedir.

Biz Müslümanlar, dünyanın bu şerli yönünü idrak edebilmiş, ona karşı teyakkuz halini yakalayabilmiş olsaydık, nefse ve şeytana da meydan okuyarak dimdik doğrulur; dünyada hakkın hâkimiyetinin temin ve tesisine muvaffak olabilirdik. Ama şunu bilelim ki, yiğit düştüğü yerden kalkar. Dünya sevgisi musibetinden halas olduğumuz derecede İslam’ın kimlik ve şahsiyetini kuşanıp insanlığın sulh ve sükûn bulması, dünya ve ahiret saadetini kazanması yönünde büyük hizmetler yapabiliriz.

Kitap ve Sünnet’in işaret ettiği ahir zamanda yaşanacak güçlü İslam hâkimiyeti dönemi önümüzdedir; henüz yaşanmamıştır. Bu sebeple bu mesut dönemin yaşanacağına tam bir iman ile inanıp, onun gelişine zemin hazırlayacak vazifeleri gereği gibi yerine getirmenin şuur ve gayretinde olmak, bu mutlu gelecekten pay almak için yeterli olacaktır. Allah hepimize nasip eylesin.

Gelecek yazımızda vehn hadisiyle işaret edilen ikinci musibet olan “ölümü çirkin görmek ve ondan kaçmak” hastalığına yer vereceğiz.  

 


[1] Mektubât, c. 1, 50 Mektup, https://www.ismailaga.org.tr/50-mektup

[2] Mektubât, c. 1, s. 221. (73. Mektup)

[3] Mektubât, c. 1, s. 129. (33. Mektup)

[4] İhyâ, c. 3, s. 495, Ebu Nuaym ve Beyhaki Ebu Hureyre’den rivâyet etmişlerdir.

[5] Mektubât, c. 1, s. 219. (72. Mektup)