“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin…” (Âl-i İmran: 103.)

Ayasofya’daki son gelişmeleri değerlendirmek üzere ara vermek zorunda kaldığımız Mescid-i Aksâ ve Gazze meselesiyle ilgili yazılarımıza devam ediyoruz.

Kaldığımız yeri kısaca hatırlatmak gerekirse, Gazze olaylarının başladığı 7 Ekim’den bu yana kaleme aldığımız on beş makalenin ardından, son yazımızda Müslümanların içine düştüğü zelil durumdan kurtulabilmesi için yapılması gerekenleri on maddede toplamıştık.

İlerleyen haftalarda bu on maddenin her birini ihtiyaç miktarınca açacağız. Bu yazımızda ise genel bir çerçeve çizmeye çalışalım.

1- Sorunun Ana Sebebi ve Çözümü

Müslümanların zillete varan bu devasa sorunu, çok yönlü ve girift bir mahiyet arz etmektedir. Çözüm için konuya bütün boyutlarıyla bakmak gerekir.

Unutmayalım ki bir sorunun çözümünde ilk yapılacak iş, sebebi/ sebepleri doğru teşhis etmektir. Bu teşhiste isabet olursa, sebebin/ sebeplerin ortadan kaldırılmasıyla, sorunu çözmede ilk doğru adım atılmış olacaktır.

İlk bakışta Müslümanların iç meselesiymiş gibi görünen bu büyük sorun, aslında Müslümanların şahsında insanlığın da en büyük ve temel sorunudur. Çünkü İslam olmadan, dünyada ve ahirette, ne fert ne de toplum olarak huzur bulmak mümkün değildir.

İslam, Yüce Allah’ın (c.c.), peygamberler zincirinin son halkasındaki Resul-i Ekrem (s.a.v.) ile gönderdiği; noksansız, mükemmel ve yegâne hak dindir. (Bak: Maide: 3.)

Bu yüce din, hem ferdin hem de toplumun bütün ihtiyaçlarına en kâmil manada cevap verir. Hayatın istisnasız her sahasında, maddede manada, zâhirde bâtında, her yerde ve her devirde tek ve mükemmel çözümü sadece İslam vadeder. Müslümanların keyfiyetsizliğinden kaynaklı olarak, son iki yüz yıllık dilimi istisna tutarsak, 1200 yıllık tarih bunun şahididir. İslam, bugün de bu vasıf ve mükemmelliktedir; kıyamete kadar da bu vasıf ve mükemmellikte kalacaktır.

Nitekim İslam, Peygamberimiz (s.a.v.) zamanında ve onu takip eden zamanlarda tevhid nuruyla bütün dünyayı aydınlatmıştır. Daha sonra -devrimizi de içine alan- bir fitne ve fesat dönemi başlamıştır. Ama bu geçicidir. Çünkü İslam’ın, hadislerle haber verilen ikinci bir şahlanış dönemi daha vardır ve o henüz yaşanmamıştır. Biz burada hayalî ve vehmî bir hedeften bahsetmiyoruz. Bu dönemin yaşanacağını vahiyle gelen gaybî ve nebevî haberlerden biliyoruz. Bu konuyu inşallah müsait bir zamanda ayrı bir yazı olarak ele alacağız.

İslam’ın tüm sorunlara cevap teşkil eden ve bütün insanlığa dünyevi ve uhrevi huzur vadeden bu mükemmel yapısının temelinde iki esas vardır: Tevhide dayalı hak ve adalet.

Cihan devleti Osmanlının sona ermesiyle İslam birliği de parçalanmış, Müslümanlar İslam’ı anlama, idrak etme ve yaşama yönünden de büyük bir erozyona maruz kalmıştır. Bunun sebebi, dünyayı işgal eden materyalist batı kültürünün bir kâbus gibi Müslümanların ufkuna da çökmesidir.

Biz henüz, maruz kaldığımız bu felaketin boyutlarını tarif edebilecek noktada bile değiliz.

Ama bu hal, geçici bir sersemliktir. Belki bir insanın nezle grip olması gibidir. İnşallah çok uzun olmayan bir vadede İslam’ın tevhid ve ihlas sırrı önce Müslümanların kalbinde, sonra da toplum hayatında tekrar ikame olacak; Asr-ı Saadet’teki gibi, yeni bir fütuhat dönemi kalplere heyecan verecektir. Bunda en küçük bir şüphemiz yoktur. Çünkü az evvel de ifade ettiğimiz gibi bunu bize vahyin kontrolüyle gelmiş nebevi haberler müjdelemektedir.

Günümüz Müslümanlarının temsil kabiliyetinden mahrum oluşu, kemaldeki noksanlığı, asla İslam’ı bağlamaz. Noksansız ve mükemmel olan İslam’dır. Allah hidayet nurunu kalplere nakşettiği zaman Asr-ı Saadet’teki putperest Arapların şecaat timsali şahsiyetlere dönüşüvermeleri gibi, inşallah dünya İslam’ın ikinci satvet ve hâkimiyet devrini de yaşayacak, buna şahit olacaktır.

2- Bugün İslam Âleminin İçinde Bulunduğu Durum

Bugün dünyada iki milyar kadar Müslüman ve büyük küçük atmış kadar da halkı Müslüman olan devlet vardır. Ama ne yazık ki bu devasa kitle, hayatın neredeyse hiçbir sahasında İslam adına yüzü ak eden bir varlık ortaya koyamıyor.

Son Gazze olayları ayne’l- yakîn göstermiştir ki, Müslümanlar sahipsiz ve bölük pörçüktür.

Özellikle halkı Müslüman olan ülkelerin durumu gerçekten şaşkınlık vericidir.

Bu ülkelerdeki nice samimi Müslümanın yüreği yanıp kavruluyor ama elinden bir şey gelmiyor. Çünkü organizasyon yok, sistemli teşkilatlı bir çalışma yok. Hâlbuki saldırgan zalimler, askerî müdahaleden başka bir dilden anlamazlar; anlayacakları da yoktur. Bu zulme, ancak hak ve adaleti bayraklaştıran, bu ilkelerle hareket eden; İslam’ı temsil kabiliyetine sahip, ehliyetli, cihad ruhu taşıyan, şecaat sahibi gerçek Müslümanlardan oluşan bir güç dur diyebilir.

Tarihte benzerine pek rastlanmamış bir katliam, basın ve sosyal medyanın gücüyle canlı yayında bütün dünyanın gözü önünde cereyan ediyor ve çoğu insan da olup bitenleri sadece seyrediyor.

Tam da burada halkı Müslüman olan ülkelerin idarî kademesinde bulunanların neden muktedir olamadıklarının sebeplerine inmek büyük önem taşımaktadır. Bunu yapmak dünya gerçekleriyle tam bir yüzleşme olacaktır.

3- Bütün Dünyada Organize Olmuş Şirk, Küfür ve Zulüm İttifakı

Esefle söyleyelim ki, Müslümanların dağınıklığından istifade eden İsrail, “Küfür tek millettir” prensibinin bir tezahürü olarak bütün dünyada siyasi, ekonomik ve askerî güç elde edebilmiştir.

Aslında İsrail’in, bütün numarası, ittifak etmiş bu küfrün dayanışmasında gizlidir. Yiğitliği de (!) kullandığı silahların gölgesi kadardır. Yani İsrail hiç de büyütülecek bir güç değildir. Fitne fesat çıkarmanın dışında savaşmak için ne mahareti ne de cesareti vardır.

Yahudiler çıkardıkları fitneler yüzünden tarih boyunca dünyanın pek çok yerinde yüzlerce sürgün yemiş ve katliama tâbi tutulmuşlardır. Yaşadıkları iki büyük hezimet ise Kuran’da anlatılmaktadır. (Bak: İsrâ: 4 -8) Binlerce yıl hor ve zelil yaşayan bu lanetli toplum, başlarına gelenlerden ibret alarak dünya kamuoyunun önüne insani bir çehre ile çıkmaları gerekirken bunu yapmamış; kendine yapılanların daha kötüsünü mazlum Müslümanlara reva görmüştür.

Peki, Gazze’de soykırım yapan bu bir avuç zalim kavmi nasıl oluyor da dünya bir türlü durduramıyor?

Bunun sebebi İsrail’in parayı/ maddi gücü kullanarak, dünya çapında tesis ettiği siyasi, askeri ve ekonomik hâkimiyettir. Bu hâkimiyet asla meşru değildir; çünkü gasb, yalan, dolan, hile, aldatma, baskı ve zulümle temin edilmiştir.

Bugün ABD dünyanın en büyük gücü, süper devleti gibi görünmekle birlikte, hakikatte İsrail’in güdümünde kukla bir devlettir. Bu devleti idarede hâkim mevkilerde bulunanlar, ekseriyetle Yahudilerdendir. ABD’li görünerek seçilen başkanlar da Yahudi ideolojisi olan Siyonizmin emrine girmişlerdir.

ABD, sahip olduğu askerî ve ekonomik gücün tesiriyle AB ülkelerini de peşinden sürükleyen bir lokomotif görevi görmektedir. Öte yandan medya gücünü ve teknolojik birikimini de açıkça İsrail’in zulüm politikasına destek vermek için kullanmaktadır. ABD Başkanı, Gazze olaylarının ilk günlerinde İsrail’e giderek “kaya gibi İsrail’in arkasında duracaklarını” açıklamış ve nükleer silah dâhil büyük bir askerî gücü gemilerle Akdeniz, Kızıldeniz ve Basra Körfezine sevk etmiştir.

Hâlbuki Yahudi ve Hıristiyanlar farklı dinlere mensupturlar. İnanç ve ritüelleri ayrıdır. Ortak noktaları ise, gerçek İslam’dan koparak, kitaplarını tahrif edip, Allah’a oğul isnat ederek şirke bulaşmalarıdır. Neticede her iki grup da tamamen batıla sürüklenmiş ve insanlığın ne dünyasına ne de ahiretine fayda temin edecek hiçbir müspet mesaj ortaya koyamamıştır.

Ortak paydaları olan bu vasıflar, onları “Küfür tek millettir” ilkesiyle haber verildiği gibi birleştirmiş ve özellikle Müslümanların karşısında ittifak etmeyi bir prensip haline getirmişlerdir. Bunun en müşahhas ve en canlı örneği, son Gazze olaylarıdır.

Bu iki muharref dinin mensuplarının Müslümanlara bakışı; kin, nefret ve düşmanlık doludur. Bu güçler İslam’ı fundamentalist veya radikal İslam hüviyetiyle tanımlayıp teröre destek vermekle itham ederken; tarih boyunca ve günümüzde asıl kendileri Müslümanlara radikal bir zihin yapısıyla yaklaşmışlardır.

Bu gerçekleri ilmî ve aklî manada ve de tarihî tecrübe ile tespit edememiş cahil ve gafil -Müslüman görünümlü- bazı şahısların, oryantalistlerce hazırlanan “dinlerarası diyalog” veya “ılımlı İslam” gibi projelere kapılmaları ve bu meyanda dini tahrif noktasına varacak şekilde Kuran ayetlerini saptırmaları, sünnet ve hadisleri inkâr etmeleri, ne kadar da acıdır. Bunlar, kendileri gibi, kendilerine tâbi olanları da helake sürüklemekte; bahsettiğimiz şer güçlerin ekmeğine yağ sürmektedirler.

Peki, Yahudi ve Hıristiyanlar Siyonist - haçlı ittifakı ile İslam karşısında her çeşit birlikteliği sergilerken, acaba İslam toplumu küresel çapta ittifak etmiş bu güçlerin karşısında “tek İslam milleti” olmanın zaruretini ne zaman hissedip buna göre adım atacaktır? Evet, bu soru çok önemlidir.

Burada, Siyonist - haçlı ittifakının, Müslümanlara karşı olan kin ve husumetinin temelinde ne olduğu merak edilebilir.

Kuran’daki muhtelif ayetlerden anladığımıza göre burada küfür, şirk, kibir ve hasetten kaynaklanan bir maraz / hastalık söz konusudur. Bu hususta Âl-i İmran: 100, Bakara: 109. âyetlere bakılabilir.

Kuran-ı Kerim, küfrün bu karakterine parmak basmakta ve bu meyanda insanlığı iki ana kategoride toplamaktadır:

Bir: Allah’ın otoritesini esas alan, O’nun, peygamberleri, hususiyle son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) aracılığıyla gönderdiklerine kulak veren, itaat eden gerçek anlamdaki Müslümanlar ki, Kuran bunların velisinin Allah olduğunu haber vermektedir.

İki: Küfrü, şirki ve her türlü bâtılı hayat tarzı kabul eden, öncüleri müstekbirler (büyüklük taslayanlar) olan, zalim ve fasıklar topluluğu. Bunların velileri de tağuttur. Tağut, küfrü ideoloji seçmiş, insanlara hükmeden zalim ve diktatör öncü demektir.

Bahsettiğimiz bu iki kategori, şu ayetle ortaya konmaktadır:

“Allah, iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velileri ise tâğûttur. (O da) onları aydınlıktan karanlıklara (sürükleyip) çıkarır. Onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalırlar.” (Bakara: 257)

Cehalet ve küfrün kol gezdiği günümüz dünyasında, ideolojik ve siyasi denge hesaplarıyla insanlığı inim inim inleten bir düzen müşahede ediyoruz.

Bu vahim manzaradan biz müslümanlar nasıl bir ders çıkarmalıyız?

Yani küfür ve zulüm odaklarının devasa birlikleri karşısında Müslümanların da tevhidi esas alarak siyasi, askerî, ekonomik bir birliğe gitmeleri gerekmez mi?

Gereklilikten öte, müslümanlar buna mecburdurlar. Ama böyle bir birliktelik olmadığı için bütün tepkiler lokal ve hatta afaki kalıyor. Sadra şifa olacak bir netice hâsıl etmiyor.

4- İslam Âleminin Zilletten Kurtulmasının Yol Haritası

Evet; İslam âlemi sahip olduğu tabii kaynaklarla, iki milyara yaklaşan nüfusuyla dünyada en büyük gücü oluşturabilecekken bunu neden yapamıyor? Önündeki zahiri ve batıni engeller nelerdir? Bu engeller nasıl aşılır? Bu sahada neler yapılmalıdır?

Bu sorular ilk bakışta İslam âlemiyle kayıtlı gibi görünen, ama aslında bütün insanlığın en büyük çıkmazı olan bir konuda, Müslümanların alması gereken pozisyonu gündeme getirmiş olmaktadır.

Biz Müslümanlar ne acıdır ki bu soruları dert edinmiyor, buna kafa yormuyoruz. Kendi küçük dünyamızda günümüzü gün edip rahat bir hayat yaşamanın derdiyle meşgulüz.

Allah’ın bize yüklediği cihad görevini ihmal etmiş bulunuyoruz. Gerek fert gerek toplum olarak bu vebalin altından kalkamayacağımızı, bunun hesabını mahşerde veremeyeceğimizi bilmemiz gerekir.

Günümüzün İslam toplumu, İslami hayattan kopuk bir yaşam tarzıyla, dalalet ve sapkınlığa doğru hızla yol almaktadır. Bu kötü gidişatın temel sebebi de dünyeviliktir.

Allah, dinini ciddiye almayanları devre dışı bırakıp, Allah’a, Resulüne ve İslam’a gönül veren; cihadı gereği gibi yapan bir toplum da getirebilir. Şu ayet tam da bunu anlatmaktadır:

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Mâide: 54)

O halde biz Müslümanların, İslam’ın derdiyle hemhal olarak, bu zilletten kurtuluşun yol haritasını çizmemiz zaruri ve şarttır.

Ama böyle teşkilatlı, planlı programlı, uzun soluklu bir yola girilmeden önce; bu büyük ataletten, dolayısıyla da ağır bir vebalden kurtulmanın nasıl olacağına dair, naklin rehberliğinde -ama aklî ve ilmî metotları da kullanarak- ciddi bir çalışma yapılmalıdır.

Bütün İslam dünyasını içine alacak şekilde böyle bir çalışmanın yapılması ve bunun bir milat kabul edilerek uygulamaya geçilmesi, İslam dünyasının yeniden dirilip ayağa kalkmasına -inşallah- vesile olacaktır. Atlas Okyanusundan Pasifiğe kadar bütün İslam coğrafyası böyle hayati bir planlama ve çalışmayı ihmal etmiş durumdadır.

Bu tarz çalışmaların eksikliğiyle açılan boşlukta, batılı siyaset mühendislerinin, emperyalistlerin, müsteşrikler yoluyla İslam’ı imha yolunda nice projeler yürüttüklerine üzülerek şahit oluyoruz.

Hâlbuki İslam dünyasında, İslam düşmanlarının bize dikte ettikleri yıkım projeleri değil; ümmet-i Muhammed’in haliyle dertlenen, dava şuuru taşıyan donanımlı Müslümanların, yaramıza merhem olacak çalışmaları hâkim olmalıydı.

Ama ne yazık ki bu hususta ciddi bir çalışmaya ihtiyaç olduğuna dair ilim ehlinden de, Müslüman idarecilerden de kayda değer bir ses duyulmamaktadır. Oysa bu, Allah’ın ve Rasulünün, yani Kitap ve Sünnet’in delilleriyle biz Müslümanların boynuna yüklenmiş bir mükellefiyettir. Yiğit düştüğü yerden kalkar. Geç de olsa bu çalışma, şart ve erkânına uymak suretiyle yapılmalıdır. Evveliyetle Müslümanların izzet ve şerefi koruma altına alınmalı; hemen ardından da bütün insanlığa huzurun, hak ve adaleti bayraklaştıran İslam’da olduğu mesajı verilmelidir.

Bizim yaptığımız sadece bu işin önemine dikkat çekmek; böyle bir ihtiyaç olduğuna vurgu yapmaktır.

Bu ameliyeyi zaruri kılan, emir niteliğindeki ayetlerden ikisi mealen şöyledir:

“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin…” (Âl-i İmran: 103.)

“Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Onlarla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz fakat Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz. Allah yolunda her ne harcarsanız karşılığı size tam olarak ödenir. Size zulmedilmez.” (Enfal: 60)

Bu emirlerin hayat bulabilmesi için, Allah’a kul olmanın şuurunu taşıyan, İslam’ın gereklerini yerine getirmede samimi olan, akaid ölçülerine titizlikle uyan ve haramlardan sakınan idarecilere duyulan ihtiyaç, izahtan varestedir.

Mesela meali verilen şu ayet bunu anlatır:

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de…” (Nisâ: 59.)

Ayette ulu’l-emrin “minkum” yani “sizden” olması şartı, bahsettiğimiz vasıflara sahip olan idareciyi tanımlamaktadır.

Bugün dünyada Müslümanların aralarında herhangi bir bağın bulunmaması, birlik ve dayanışmanın olmaması, tam da bu başsızlıktan kaynaklanmaktadır.

Bir sonraki yazımızda, bu yazıda ortaya koyduğumuz dert ve sıkıntılarımızın ana kaynağını oluşturan bir hastalığa temas edeceğiz. Hadis-i şerifle haber verilen “vehn” hastalığına…

Müteakip yazılarımızda bu konuyu işleyeceğiz.