“İnsanların hesaba çekilmeleri yaklaştı. Hâlbuki onlar gaflet içinde yüz çevirmekteler.” (Enbiya: 1)

Hatırlanacağı üzere, önceki yazılarımızda dikkat çektiğimiz “vehn hadisi”nde, Hz. Peygamber (s.a.v.), ümmet-i Muhammed’in ahir zamanda içine düşeceği zillete sebep olarak “dünya sevgisine” ve “ölümü kerih görüp ondan kaçmaya” işaret ediyordu.

Dünya sevgisini çeşitli yönleriyle işlediğimiz üç yazının ardından, bu yazımızdan itibaren biraz da ölümü kerih görüp ondan kaçmak hastalığına dikkat çekmeye çalışacağız.

Ümmetin bu iki hastalığının tahlil edilmesiyle, yaşadığımız bütün olumsuzluk, badire ve felaketlerin nereden kaynaklandığı da kendiliğinden ortaya çıkmış olacaktır.

I- Ölümden Korkup Kaçmanın Sebepleri

İnanan inanmayan herkes bilir ki, ölüm yüzde yüzdür. Ondan kaçıp kurtulmak mümkün değildir. Bu kesin gerçeğe ayet-i kerime de vurgu yapar:

“Her nefis ölümü tadacaktır. Ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmran: 185)

Ölüm, bizi bu imtihan âlemine gönderen Allah’a mecburi bir dönüştür. Akıllı insana yaraşan, hayata geliş maksadını bilmek, ahireti dünyaya tercih etmek suretiyle imtihanı kazanarak, severek, isteyerek Allah’a ve ahirete yönelmektir.

Bunun böyle olması gerektiğini Müslümanım diyen hemen herkes bilir. Fakat sıra bu bilgiyi amele dönüştürmeye gelince çoğu kişi bunda başarısız olur. Bunun sebebi de vehn hadisinde haber verilen iki hastalıktır. Yani dünyayı çok sevmek ve ölümü kerih görüp ondan kaçmak…

İnsana göre dünya, hâlihazırda içinde bulunmamız sebebiyle “peşin” hükmündedir. Ahiret ise henüz gelmemiş, geleceği haber verilen “vadeli” bir âlem mesabesindedir. İnsanın tabiatında peşini sevmek, uzakta bulunana rağbet etmemek zaafı vardır. Kuran-ı Kerim bu gerçeğe de işaret eder:

“Hayır, siz peşin olanı (dünyayı) seviyorsunuz da ahireti bırakıyorsunuz.” (Kıyâme: 20-21)

Peşin olan dünyaya aşırı bağlanıp, vadeli hükmündeki ahirete hiç iman etmemek küfürdür. Bu hale düşene de kâfir denir. Kâfirler ahireti inkâr eder, bundan dolayı da dünyada ebedi kalmak isterler; uzun yaşamanın çarelerini ararlar.

Müminlerdeki sorun ise ahirete imanın zaaflarla perdelenmesi, yakîn halinin olmamasıdır. Bu sebeple onlar da ölümden kaçarlar. Bu durum ben inandım diyen bir Müslüman için büyük bir nasipsizlik, gaflet ve dalalettir.

Bundan dolayı Kuran-ı Kerim ahirete yakinen iman etmeye vurgu yapar:

“Onlar ahirete de yakinen / kesin olarak inanırlar.” (Bakara: 4)

Mealini verdiğimiz bu ayetin iki ayet öncesinde “hüden li’l müttakîn” denilerek Kuran’ın muttakiler için hidayet verici bir kitap olduğu bildirilir. İşte bu muttakilerin vasıflarından biri de ahirete yakinen iman etmeleridir.

Keza Kuran’da, ahiretle dünyanın mukayeseli olarak anlatıldığı birçok yerde dünyanın fani / geçici, oyun oyuncak olduğuna dikkat çekilir, gerçek / asıl hayatın ahiret hayatı olduğuna vurgu yapılır:

“Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!” (Ankebut: 64)

“Dünya hayatı ancak bir oyun ve bir eğlencedir. Elbette ki ahiret yurdu Allah’a karşı gelmekten sakınanlar / muttakiler için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” (En’am: 32)

Bir Müslüman Kuran’ın vurgu yaptığı bu gerçeklerle bütünleşmez, ahireti uzak görüp dünyayı aşırı sever ve ona meylederse, ondaki bu dünya sevgisi aynı zamanda ölümden korkup kaçmaya, onu kötü görmeye de sebebiyet verir. Burada dünya sevgisinin ahirete imanı törpüleyen, imandaki netliği perdeleyen bir hastalık olduğu ortaya çıkmaktadır. Kalbi bu hastalıktan kurtarmak ve korumak çok mühimdir.  

Bu çerçevede son nefeste imanla göçmenin hayati önemine de işaret etmek gerekir. Bir kimse son nefeste imanını kurtaramadan -Allah muhafaza- kâfir olarak göçerse, ebedi felakete düçar olur. Buna sû-i hâtime denir.

Sû-i hâtimenin bir çeşidi daha vardır; o da dünya sevgisinin kişiyi adeta ahireti unutturacak şekilde sarması, böyle bir halet-i ruhiye içinde olan kimsenin ölümle karşı karşıya geldiğinde ölmek istememesidir. Bu kişi, zor şer imanını kurtarsa da yine de azaba uğramasına sebep olacak kalbî bir maraz içinde ölmüştür. Bir gün mutlaka cehennemden çıkıp cennete girecektir, ancak mahdud bir zaman için de olsa cehenneme düşmek İslam âlimlerince sû-i hâtime olarak kabul edilmiştir.

Ölümden korkmanın sebep olduğu bir diğer zillet de cihaddan kaçmak, onu kötü görmektir. Dünyayı çok seven ve ölümü kerih gören kimseler, mukaddesat, yüce değerler, can, mal, namus vs. tehlikeye düştüğü zaman, cihadı da kerih, çirkin görürler. Böyle bir ahvalde ölümü ve cihadı kerih görmenin bir neticesi de şehitliği arzulamamak ve ondan da kaçmak olacaktır.

Hâlbuki şehitlik öyle bir nimettir ki, mümine ölümü kolaylaştırır ve onu en kısa yoldan cennete ulaştırır.

II- Şehitlik Nimeti ve Şerefi

Şimdi de ölüm acısının şiddeti ve ani ölümün tehlikesi karşısında şehitliğin ne büyük nimet olduğunu ve ahirette ulaştıracağı şerefi anlatmaya çalışalım:

Ölüm acısının şiddeti sair insanlar için yaşanmadan tam olarak bilinememekle birlikte, nebîler nübüvvet nuruyla, velîler de velâyet nuruyla bunu bilebilirler. Nitekim bilmişler ve bildirmişlerdir:

“İnsanların ölüm acısını büyük görmeyip ondan Allah’a sığınmamaları cehâletlerindendir. Zira vukuundan evvel bir şeyi bilmek nübüvvet ve velâyet nuruyla mümkündür. Bunun için peygamber ve velîlerin ölümden korkuları büyük olmuştur.” [1]

Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “Allah’ım! Muhammed’e ölüm acısını ehvenleştir / sekerât-ı mevtte (ölüm zahmeti ve baygınlığında) bana yardım et!” diye dua ettiği bilinmektedir. [2]

Yine rivâyete göre Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) “Allah’ım! Sen ruhu sinir, damar ve parmak uçlarından alırsın. Allah’ım! Ölümümde bana yardımcı ol ve ölümümü kolaylaştır” diye dua ederdi. [3]

Hasan’dan gelen bir rivâyette Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) ölümün elem ve acısını anlatırken “O, üç yüz kılıç yarası kadardır” buyurdu. [4]

Hz. Âişe (r.anhâ) validemiz diyor ki:

“Ben Hz. Peygamber’in, vefatında çektiği ızdırabı gördükten sonra, kolay ölmesinden dolayı kimseye gıpta etmem (imrenmem).” [5]

“Hz. Ali (r.a.) savaşa teşvik eder ve ‘Şâyet savaşta öldürülmezseniz başınız yastıkta öleceksiniz. Vallahi bin kılıç yarası benim için yatakta ölmekten daha ehvendir’ derdi.” [6]

Bu haberler ölüm acısının ne kadar şiddetli olduğunu anlatmak için kâfidir.

Bu acı, ölümün gerçeğidir. Hikmetini ancak Allah bilir. Bize bildirilen kadarıyla ölüm acısı mü’minlerin günahlarına kefarettir, daha şiddetli ve elîm olan cehennem ateşine düşmeden -inşallahu Teâlâ- günahların affedilmesine vesiledir.

Bununla beraber yüce Allah’a ölüm acısını bize hafifletmesi için dua ve niyazda bulunmak çok önemlidir. Öyle olmasaydı Hz. Peygamber (s.a.v.) böyle dua eder miydi?

Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ölüm acısı çekmesi, belki de ölüm anında da ümmetine örnek olmak içindir.

Yahut belki de O’nun son anında sıkıntı çekmesi, ümmetinin affedilmesi içindir. Zira o masumdur, günahlardan beridir. Ve de Allah’ın habibidir. O’nun mübarek ruhunun acı duyması sünnetullah gereği olduğu gibi, başka hikmet ve maksatlara dönük de olabilir. Kundakta, miraçta ve hayatının her anında hep ümmetini düşünen ve ümmeti için ağlayan o Rasûl (s.a.v.) -son nefeste de olsa- hiç ümmetini unutur mu?

Azrâil’in (a.s.) O’na Allah’ın selâmıyla gelmesi ve emanetini almak için kendisinden müsaade istemesi, O’nun Allah indindeki değerini anlamak için kâfidir. O halde o Rasûl’ün ölüm acısı çekmesi, birtakım hikmetlere matuf olsa gerektir ve -Allah bilir ki- biz ümmeti içindir. Ona sonsuz salât u selâmlar olsun.

Bütün bunlardan çıkan netice, ölüm acısının çok şiddetli olduğu, bundan Allah’a sığınmak gerektiğidir. Çünkü Allah erhamurrahimindir, merhamet edenlerin en çok merhamet edenidir.

Bu çerçevede ani ölümün rahmet mi yoksa üzüntü kaynağı mı olduğu sorusu da önemlidir.

Şu hadis-i şerif bu soruya cevap teşkil ediyor:

“Ani ölüm mü’min için rahmettir (çünkü o hazırdır). Fâcir için üzüntüdür (çünkü onun hazırlığı yoktur).” [7]

Buradan ani ölümün müstakil olarak ne bir kayıp ne de bir kazanç olmadığı anlaşılmaktadır. Önemli olan ölüme hazırlıklı olmaktır.

Ölüme hazır olan mü’min için ani ölüm bir üzüntü olmaz, kısa yoldan Allah’a kavuşmak olur. Ama fâcir yani günahkâr, gaflet ve uzun emel içinde yaşadığı için ölüm aniden gelince hazırlıksız yakalanmış olur, bu sebeple onu belki de itirazla karşılar. Bu ise -Allah muhafaza- sû-i hâtimeye sebep olabilir.

Şehitlik de çoğu kez ani bir ölümdür. Ama şehadette hem “ani ölüm” hem de “ölüme hazırlık” vardır. Bu da en hayırlı ve en kazançlı ölümdür.

Şehit olmak üzere iken insanda, mal, mülk, ehl u iyâl /  çoluk çocuk, dünya sevgisi kalmaz, kalp mâsivâdan temizlenir. Kişinin kalbinde sadece Allah sevgisi ve Allah için canını fedâ etme niyeti vardır. Ölüm tam da bu haldeyken gelince tertemiz bir kalple, Allah’a en yakın olduğu durumda âhirete göçmüş olur. İşte şehitlerin mertebesinin yüksek olması bundandır. Netice olarak ölüm acısını en az hissetmenin yolu şehitliktir.

O halde ölümden korkup kaçmak bir çözüm olmadığı gibi, şehitlik nimetinden gafil olmak da büyük bir nasipsizlik ve mahrumiyettir. Bu sebeple her Müslüman aklını kullanarak ve kalben Allah’a yönelerek, ölümü Hakk’a ulaştıran bir vuslat olarak görmelidir. Ahireti dünyaya tercih etmelidir. Şehitliği ölümlerin en şereflisi olarak bilmeli, bunun Cenâb-ı Hakk’ın bir nasibi olduğunun şuurunda olarak şehitliği arzulamalıdır.

Şehit olmak için ille de harp çıkması, harp meydanında düşmanla çarpışarak can verilmesi gerekmez. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

“Allah, bütün kalbiyle şehit olmayı isteyen kişiyi, yatağında ölse bile, şehitler mertebesine ulaştırır.” [8]

Cenâb-ı Hak da şehitler hakkında şöyle buyurur:

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar Rableri katında diridirler, hepsi de şad olarak rızıklandırılırlar.” (Âl-i İmran: 169)

Bu hususta bir noktaya daha işaret edelim:

Kalbi zikrullah ile coşkulu bir halde ölen bir mü’min de, hal olarak şehide benzer. Çünkü aslolan, kalp mâsivâdan temizlenmiş bir şekilde Allah’a kavuşmaktır. Şehitler gibi, zikrullah ile dolu ve nurlu bir kalbin sahibi de Allah’a şerefle, mârifet ve muhabbetle ulaşır. Az önce zikrettiğimiz, niyetine bağlı olarak yatağında ölenin de şehit mertebesine ulaşacağını haber veren hadis-i şerif buna delildir.

Burada kalbin mâsivâdan temizlenmesinin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlıyoruz.

Demek ki ölüm acısının hafifletilmesinin ve de ölümle şeref ve mertebe kazanmanın en kestirme yolu, şehit olarak ölmektir. Peygamberler bile şehitlere gıpta ederken şehitlik mertebesine erişmek her mü’minin arzusu olmalıdır.

Ve her mü’min, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimizin, vefatı anında yaptığı şu duayı sık sık tekrarlayarak Allah’a iltica etmelidir:

“Allah’ım! Sekerât-ı mevtte (ölüm zahmeti ve baygınlığında) bana yardım et.” [9]

Peygamberimizin yaptığı bu duayı dilimize vird edinmek, bize ölümü güzel görmenin, Allah’a iman ile aşk ve şevk ile ulaşmanın yolunu açacaktır.

Vehn hadisinde haber verilen dünya sevgisi ve ölüm korkusu, müminler için zilletin ta kendisidir. Bundan şiddetle uzaklaşılması gerekir.

Bu iki hastalıktan korunduğumuz takdirde ümmet olarak içinde bulunduğumuz bütün menfi haller kendiliğinden bertaraf olacaktır. Dünyada izzetli ve şerefli yaşamanın, ahirette ebedi saadete ulaşmanın tek yolu budur.

Devam edeceğiz


[1] İhyâ, c. 4, s. 826.

[2] İbn Mâce, Cenaiz, 64; Tirmizî, Cenaiz, 8.

[3] İhyâ, c. 4, s. 827, İbn Ebi’d Dünya sahabi ve tabiinden rivâyet etmiştir.

[4] İhyâ, c. 4, s. 827, İbn Ebi’d Dünya mürsel olarak rivâyet etmiştir. Ricali sikadandır.

[5] Tirmizî, Cenâiz, 8.

[6] İhyâ, c. 4, s. 827.

[7] İhyâ, c. 4, s. 827, Ahmed sahih sened ile Aişe’den (r.a.) rivâyet etmiştir.

[8] Müslim, İmâre 157

[9] İbn Mâce, Cenâiz, 64; Tirmizî, Cenâiz, 8.