Önceki iki yazımızda M. Görmez’in İslâm’a reformist bir bakışla bakması sebebiyle yaptığı bazı akaid ihlallerini ve hususiyle sünnet ve hadisleri itibarsızlaştırmak neticesi doğuran bir kısım söylemlerini gündem etmiştik.

Önceki iki yazımızda M. Görmez'in İslam'a reformist bir bakışla bakması sebebiyle yaptığı bazı akaid ihlallerini ve hususiyle sünnet ve hadisleri itibarsızlaştırmak neticesi doğuran bir kısım söylemlerini gündem etmiştik. Bu yazımızda onun İslam'ı diğer dinler arasında nasıl konumlandırdığına ve diğer dinlerle ilgili yaklaşımlarına değineceğiz.

I- İSLÂM DIŞINDAKİ DİNLERİ KENDİ KAYNAKLARINDAN ÖĞRETME PROJESİ

Görmez'in, Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı iken Diyanet Dergisinde yayınlanan bir röportajında[1] 'Misyonerlik hareketleriyle mücadelede nasıl bir yöntem izlemek gerekir?' sorusuna cevap verirken 'Bizim ilkelerimiz şunlardır' diyerek saydığı maddelerden biri de şudur:

'Dinleri bir rekabet ortamına sokmamak.'

Dinlerin bir rekabet ortamına sokulmaması demek, onlara eşit statüde bakmak, herhangi birine üstünlük vermemek demektir. İslam açısından böyle bir yaklaşım kabul edilemez. Zira İslam Allah'ın vazettiği, vahiyle sabit olan tek hak dindir. Bu, İslam'ın en büyük, en temel ilkesi ve alamet-i farikasıdır. Bu hususu teyit eden bazı ayetleri mealen verelim:

'De ki: Hak geldi, batıl yok oldu. Şüphesiz batıl, yok olmaya mahkûmdur.' (İsra: 81.)

'Şüphesiz Allah katında din İslam'dır.' (Âl-i İmran: 19.)

'…Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam'ı seçtim…' (Maide: 3.)

'Kim İslam'dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.' (Âl-i İmran: 85.)

İşte her Müslüman, 'İslam tek hak dindir' derken yüce dinimizin gereğini, Kur'an-ı Kerîm'deki bu ve benzeri ayetlerin mesajını ifade etmiş olur. 'Dinleri rekabet ortamına sokmamak' demek, İslam'ın bu belirleyici özelliğini setretmek, yok saymak olur. Bu yaklaşımın akaid ihlali olduğu, ortalama bir din bilgisi olan herkesin malumudur.

Mehmet Görmez aynı röportajda 'Misyonerlik hareketlerine karşı Diyanet İşleri Başkanlığı olarak neler yapmaktasınız?' sorusuna şöyle cevap veriyor:

'Dünya Dinleri adlı bir proje telif aşamasındadır. Bu projenin amacı, Avrupa Birliği sürecindeki Türkiye'de Diyanet İşleri Başkanlığının, yurt içinde ve yurt dışında yaşayan vatandaşlarımıza dinî konularda rehberlik edebilmek için dünya dinlerini, o dinlerin kendi kaynaklarından hareketle tanıtmaktır. İncelenen dinler; inanç felsefesi, ibadet şekilleri ve ritüelleriyle İslam'la kıyaslanmadan, olduğu gibi ele alınacaktır. Bu proje, Diyanet İşleri Başkanlığının diğer dinlere karşı demokratik duruşunu ortaya koyacağı gibi, dinler hakkında vatandaşlarımızı da bilgilendirecektir.'

Bir dini kendi kaynağından hareketle tanıtmak demek, o dinin propagandasını yapmak demektir. Elbette ki hak olma ve insanları hidayete erdirme vasfı sadece İslam'dadır. Ama batıl da olsa her din kendince bu iddiayı seslendirir. Dolayısıyla her din kendini cazip gösterecek bir söylem geliştirir. Hiçbiri ben batılım demez. Mesela Peygamberimiz (s.a.v.) zamanında puta tapan müşrikler, Allah'a daha çok yaklaşmak için böyle yaptıklarını söylüyorlardı. Ayet-i kerimede onların bu durumu şöyle anlatılıyor:

'İyi bilin ki, halis din yalnız Allah'ındır. O'nu bırakıp da başka dostlar edinenler, 'Biz onlara sadece, bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz' diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola hidayet etmez.' (Zümer: 3.)

Bu açıdan bakıldığında milyonlarca tanrısı olan Hinduizm'in de bu inanca getirebileceği bir izah (!) mutlaka vardır. Müslümanları başka dinler hakkında bilgilendirmek isteyenlerin yapması gereken, İslam'ın tevhid akidesini ölçü alarak, hangisinin nerede, ne gibi tutarsızlık ve yanlışlara düştüğünü, neden küfür ve şirkte olduğunu ortaya koymaktır. Zaten ilmî ve itikadî bakış açısı da bunu gerektirir.

Mehmet Görmez'in, bu sözleri 'Misyonerlik hareketlerine karşı neler yapmaktasınız?' sorusuna cevaben söylediğini de göz önünde bulundurduğumuzda; böyle bir çalışmanın; saf, temiz ve fakat dini konusunda cahil bırakılmış insanımızı türlü hilelerle kendi batıl dinlerine kazanmaya çalışan misyonerlerin ekmeğine yağ sürmek olacağı gayet açıktır. Hele hele Avrupa'da yaşayan kardeşlerimiz için tehlike çok daha büyük olacaktır.

Burada şu soru da mutlaka sorulmalı ve cevaplanması istenmelidir:

Önce kendi dinimiz İslam'ı insanımıza gereği gibi öğrettik mi ki, sıra başka dinlere gelmiş olsun?

Hem Diyanet'in 'dünya dinlerini tanıtmak' diye bir görevi de yoktur.

Kuruluş kanununda Diyanet'e verilen görev, 'İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak…' olarak tanımlanmıştır.

Dolayısıyla böyle bir faaliyet Diyanet'i görev tanımının dışına çıkarmak, hak ve batıl ayrımını göz ardı ederek, insanımızın itikadını tehlikeye atmak, keza Mehmet Görmez'in de -o zaman itibariyle Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı görevinde- yetki sahasını aşması demektir.

Bu durum, 'Yeni Diyanet Dönemi' adı altında dine reformist yaklaşmanın bir tezahürü olsa gerektir.

II- GÖRMEZ'İN İSLÂM'LA DİĞER DİNLER ARASINDA CİDDİ BİR FARK GÖRMEMESİ

Mehmet Görmez, yine Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı döneminde Diyanet Dergisinde yayınlanan bir makalesinde Hucurat Suresinin 13. ayet-i kerimesini bağlamından çıkarıp saptırmıştır.

Hucurat:13. ayet mealen şöyledir:

'Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdar olandır.'

Görmez bu ayete atıfta bulunarak şöyle bir iddia seslendirmektedir:

'İslam, insanların inanacağı dini tercih etmelerinde ve tercih ettikleri dinin mesajını anlayıp hayata aktarmalarında farklılıkların vazgeçilmezliğini dikkate alarak bunları, insanların birbirlerini anlama ve tanımaları için bir fırsat olarak görmektedir.'[2]

Halbuki ayet-i kerimede millet ve kabilelerin farklılığından bahsedilmekte, ama dinlerin farklılığı gündem edilmemektedir.

Şayet Allah insanların farklı dinler tercih etmelerini kabul edecek ve bunu onlara (haşa) aralarında sosyal ilişkiler geliştirmeleri için bir fırsat olarak sunacak olsaydı, yukarıda meali verilen ayetlerde geçtiği gibi, sadece İslam'ı seçip ondan razı olduğunu, başka din tercih edenlerin hüsrana uğrayacaklarını haber verir miydi?

Gerçek buyken Görmez 'farklılıkların vazgeçilmezliğinden' bahsetmekte, Hucurat: 13. ayeti de buna delil göstermektedir. Halbuki hem ilmen, hem de itikaden hak tektir; fakat batıl pek çok, hatta sayısız olabilir. Görülüyor ki, Görmez bahsi geçen ayet-i kerimeyi mana ve muradından çıkarmakta, Allah (haşa) bir zenginlik olsun diye farklı farklı dinler göndermiş gibi bir mesaj vermektedir. Halbuki Allah hakla batılı kesin hatlarla birbirinden ayırmış, yukarıda da ifade edildiği gibi din olarak İslam'ı seçmiş, insanlığa onu göndermiş ve ondan razı olmuştur. Batıldan asla razı olmadığını da Kur'an'da birçok yerde haber vermiştir. O ayetlerden biri şu mealdedir:

'Hayır, biz hakkı batılın üzerine atarız da (o onun) beynini parçalar. Bir de bakarsın yok olup gitmiş. Allah'a karşı yakıştırdığınız nitelemelerden ötürü yazıklar olsun size!' (Enbiya: 18.)

Soruyoruz:

Eğer hakla batıl yan yana birer zenginlik ve insanların tanışıp kaynaşması için bir fırsat ise, o zaman Kur'an'ın haber verip sakındırdığı küfür nedir?

Eğer herkes sahip olduğu inanç bakımından makul karşılanacaksa, Kur'an'ın en temel ölçüsü olarak iman edenle etmeyen arasında ne fark kalır? Azapla mükafatın, cennetle cehennemin yaratılmasındaki hikmet nasıl açıklanır?

Görüldüğü gibi Görmez'in bu sözleri, İslam'ın temel ölçülerine ters düşmektedir.

Aynı makalesinde Görmez şunları da söylemektedir:

'… Hoşgörü, yanlış anlamalara meydan verecek şekilde istismar edilir ve amacı dışına çıkılırsa, sadece dinler ve kültürler arası diyalogu sekteye uğratmakla kalmaz, kültürlerin ve dinlerin kendi içindeki farklılıklara karşı hoşgörü ortamını da büyük ölçüde zedeler.

Bazı batı kiliselerinin dinlerarası diyalog ve hoşgörü zeminlerini, farklı inanç sahibi insanların birbirini tanıma ve anlama süreci olmaktan ziyade, Hristiyan mesajını insanlara ulaştırma fırsatı olarak görmesi, barış ve hoşgörü çabalarının önünde ciddî bir sorun olarak durmaktadır. Kiliselerin Hristiyan misyonunun yayılmasını hedefleyen bu anlayış ve tavrının, samimi diyalog çabalarını sekteye uğrattığı aşikardır.

İslam başta olmak üzere bütün ilahî dinlerin mesajlarında insanlığın huzur ve barışını sağlayıcı yönde önemli unsurların bulunduğunu, gerek tarihte ve gerekse günümüzde din farklılıklarından beslenen birtakım olumsuzlukların aslında dinlerin özünden değil, bağlılarının yanlış yorumlamalarından kaynaklandığını söylemek mümkündür. Dolayısıyla dünya barışı ve insanlığın mutluluğunu sağlamak için hepimizin sağlıklı iletişim, diyalog, hoşgörü ve birbirimizi anlamaya gerekli önemi vermemiz gerekmektedir.

Netice olarak, hiçbir dinin temel iddiaları bir tarafa bırakılamaz. Bu bağlamda İslam, kendi farklı yorumuna bir rahmet olarak bakmaktadır.

Biz diyalog ve hoşgörüden, farklı olduğumuzun farkına varmak ve farklılıkları abartmadan ve bunları fazla sorun etmeden bir arada yaşama isteğini anlıyoruz.

…Bize göre esas olan, farklılıklarımızın farkına vararak birbirimizi sevebilmektir.'

Halbuki diyalogu bir misyonerlik faaliyeti olarak kullanmak, Görmez'in söylediği gibi sadece 'bazı batı kiliseleri'nin tavrı değil, tam tersi bu projeyi hazırlayıp devreye koyan merkez konumundaki Vatikan'ın, dolayısıyla ona bağlı bütün devlet ve kiliselerin hakim bakış açısıdır.

Bu konuyla ilgili aşağıdaki pasajları rahmetli Mehmet Oruç'un 'Dinlerarası Diyalog Tuzağı ve Dinde Reform' adlı çalışmasından alıntıladık.

'II. Paul'ün 1991 yılında ilan ettiği Redemptoris Missio (Kurtarıcı Misyon) isimli genelgesinde aynen şöyle diyordu:

'Dinlerarası diyalog, Kilise'nin bütün insanları Kilise'ye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır... Bu misyon aslında Mesih'i ve İncil'i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir.'

1964 yılında 2. Vatikan Konsilinde kurulan Hıristiyan Olmayanlar Sekreteryası'nın 1973 yılında, sekreterlik görevine getirilen Pietro Rossano, Sekreterya'nın yayın organı Bulletin'deki bir yazısında şunu belirtiyordu:

'Diyalogdan söz ettiğimizde, açıktır ki bu faaliyeti, Kilise şartları çerçevesinde misyoner ve İncil'i öğreten bir cemaat olarak yapıyoruz. Kilise'nin bütün faaliyetleri, üzerinde taşıdığı şeyleri yani Mesih'in sevgisini ve Mesih'in sözlerini nakletmeye yöneliktir. Bu sebeple diyalog, Kilise'nin İncil'i yayma amaçlı misyonunun çerçevesi içinde yer alır.'

1984 yılından beri Hıristiyan Olmayanlar Sekreteryasının başkanlığını yapan Kardinal Francis Arinze ise, geçmişten bugüne gelinen noktayı anlatırken bunun Kilisenin bir misyonu olduğunu ifade etmektedir:

'Papa VI. Paul'ün vizyonu gerçekleşmektedir. Çünkü dinlerarası diyalog, Kilise misyonunun normal bir parçası olarak görülmektedir.' (Bulletin, 59/XX - 2, 1985, 124).'[3]

Verilen bu bilgiler, dinlerarası diyalog projesinin Hıristiyanlığı yaymak için planlanıp devreye konduğunu apaçık göstermektedir. Peki, gerçek buyken M. Görmez dinlerarası diyalog ve hoşgörüyü 'samimi çabalar' olarak takdim etmekle ne yapmak istemektedir? Aslıyla ilgisi olmayan, kendi kafasında kurguladığı başka bir diyalog faaliyeti mi tarif etmekte, yoksa Vatikan'ın hedefini örtbas etmeye mi çalışmaktadır? Bu, üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir husustur.

Görmez, yukarıda verilen cümlelerinde 'din farklılıklarından beslenen birtakım olumsuzlukların aslında dinlerin özünden değil, bağlılarının yanlış yorumlamalarından kaynaklandığını' da söylemektedir. Bu ne korkunç iddiadır! Buna göre demek ki dinlerin özünde hiçbir olumsuzluk yoktur! Peki ya o zaman 'batıl' nedir, 'şirk' nedir, 'küfür' nedir? Bu, hakla batılın eşitlenmesi, tevhidle şirk, imanla küfür arasında fark görülmemesi demek değil midir? Allah muhafaza!

Keza Görmez, 'hiçbir dinin temel iddiaları bir tarafa bırakılamaz' sözüyle, diğer batıl dinlere de haklılık payı tanımaktadır.

Dahası 'İslam, kendi farklı yorumuna bir rahmet olarak bakmaktadır' demektedir. Bunun manası şudur:

'İslam da yorumlardan bir yorumdur. Rahmet olduğu da onun kendi iddiasıdır.'

Bu sözler İslam'ın mutlak manada hak ve hakikati temsil ettiği gerçeğini perdelemektedir.

İslam, tevhid inancıyla insanlığın şirk ve küfre düşmesini engelleyen mesajlar sunar. Bu büyük gerçeği 'İslam'ın kendi görüşüdür, kendi bakış açısıdır' diyerek mevzi bir görüş gibi takdim etmek, onun bütün insanlık üzerindeki bağlayıcılığını yok saymak; insanlara sunacağı huzur ve saadeti engellemek, onları dünyevi ve uhrevi hüsranla baş başa bırakmak olur.

Dünyadaki batıl din ve inançların neredeyse tamamı kendilerini insanlığın kurtuluşunun adresi gibi takdim ederken, M. Görmez'in güneş kadar parlak İslam hakikatlerini bir kurtuluş reçetesi olarak sunamaması esef vericidir.

Onun, sözlerinin devamında 'dinler arasındaki farklılıkları abartmamaktan, bunları sorun etmemekten' bahsetmesi de, az evvel ifade ettiğimiz gibi, tevhidle şirk, imanla küfür, hakla batıl arasındaki farkı abartmamak ve sorun etmemek manasına gelir. Halbuki Kur'an tam da bu farkı ortaya koymak için indirilmiştir; keza Hz. Peygamber (s.a.v.) bunun için gönderilmiştir. Bu farkın ortadan kalktığı bir yerde İslam da hükmen yok olmuş demektir.

Görmez'in dinlerarası diyalog konusundaki tavrını gösteren bir pasaj da Ahmet Gelişgen Hoca'dan aktaralım:

'Konrad Vakfı'nda yaptığı bir konuşmada, 'Eğer çok dinli yaşam yeniden ele alınacaksa, dinlerin ortak tecrübelerinden yararlanmak gerekir' der. Bu, dinlerarası diyalog olacaksa dinlerin ortak noktaları alınmalıdır, demektir. Aynı toplantıda, Hıristiyanların iddiası olan ve Kur'an'ın açıkça reddettiği 'Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesi' hadisesini tenkit etmeksizin anlatıyor.

Başkan Yardımcılığı sırasında Türkiye Diyanet Vakfı / İSAM yayınlarında, 'Hristiyanlığın ve Yahudiliğin yanı sıra, Çin ve Japon dinleri gibi beşeri dinler de hidayete götürür' tezini işleyen müstakil kitap basıldı. Müftü, vaiz yetiştiren Haseki Eğitim Merkezleri programında, 'tarihselliği', 'diyaloğu' ve 'ılımlı İslam'ı işleyen kitap ve makaleler kondu ve bu kaynaklar, bizatihi kitap yapılarak kursiyerlere dağıtıldı. Örneğin Haseki programında yer alan bir makale, Yahudi ve Hristiyanlığın da bugün hidayete götürdüğü ve ulemanın İslam'ı yanlış anladığı tezini işlemektedir.' [4]

Görüldüğü üzere bu yazımız boyunca M. Görmez'den aktarılan sözler İslamî gerçeklere, Kur'an ayetlerinin mesajlarına ters düşmektedir. Keza Ahmet Gelişgen Hocanın verdiği bilgiler ve yaptığı değerlendirmeler de farklı örneklerle aynı neticeye varmaktadır.

Bu vaziyet, dinde reform faaliyetlerinden başka neyle izah edilebilir?

Şu iyi bilinmelidir ki İslam kullar tarafından müdahale edilip reforma tabi tutulmak için gönderilmemiştir. Allah'ı bir bilmemiz, Rasûlü Muhammed Mustafa'ya (s.a.v.) tabi olmamız, Onun sünnet ve hadislerini baş tacı etmemiz, bu kurtuluş mesajını bütün insanlığa duyurmanın azim ve gayretini taşımamız için gönderilmiştir.

Dini vazeden Allah'tır. Hz. Peygamber (s.a.v.) 'üsve-i hasene' olarak bu dini yaşamada en güzel örnektir. İslam, vahiy kaynaklı, bozulmamış tek hak din olma özelliğini kıyamete kadar koruyacak ve insanlığa huzur, saadet sunmaya devam edecektir.

Müslüman İslam'a gereği gibi teslim ve tabi olur; onu kendi hevasına veya küresel akımların telkinlerine göre sorgulamaya kalkışmaz. Gerçek iman, gerçek Müslümanlık budur.

[1] https://dergi.diyanet.gov.tr/makaledetay.php?ID=11320

[2] 'Çoğulcu Bir Toplumda FARKLI DİN MENSUPLARI ARASINDAKİ İLİŞKİLER VE İSLÂM' Diyanet Aylık Dergisi, Mayıs 2005, s: 13. Makaleye şuradan ulaşılabilir:

https://dergi.diyanet.gov.tr/makaledetay.php?ID=4990

[3] http://www.mehmetoruc.com/pdfs/diyalog.pdf

[4] Ahmet Gelişgen, 'Mehmet Görmez Müslüman mıdır, Diye Soran Kardeşime!'

Makaleye şuradan ulaşılabilir:

https://www.ahmetgelisgen.com/Makale-Detay.aspx?ID=176