ZARAFET VE MEDENİYET İLİŞKİSİ

Özellikle son iki asırdır dillere pelesenk olmuş bir kavram Medeniyet. Oysa İslam ve Müslümanlar için İnsan ve hayatla yaşıt…

Son iki asır içerisinde bu denli baskın şekilde kullanılıyor olması, özellikle son dönem Osmanlı aydınlarının (!) Batı yaşam tarzının adına Medeniyet demesi ve bu tarzın karşısında acziyet içerisinde bulunuyor olmalarından kaynaklanmaktadır. Oysa Medeniyet, bir zarafet silsilesidir.

Zarafet; duygunun, ruhun, anlamın ağır bastığı ve bütün bunlarla beraber inceliğin, nezaketin, kibarlığın, hoş sözlülük ve tatlı dilli olmak, ben değil biz bilincinin hâkim olması demektir. Böylesi yüksek bilincin inşa ettiği toplum ve o toplumun sürdüğü hayat Medeni bir hayattır ve o toplum Medeni bir toplumdur.

Medeni toplum demek, refah seviyesi yüksek, teknolojik dönüşümünü tamamlamış, lüks ve şatafatlı yaşamın hüküm sürdüğü bir toplum değildir. Medeniyet ve onun pratik yansıması olan zarafet, bir yazılı kurallar manzumesi olmaktan ziyade bir içselleştirilmişlik, kanıksanmışlık , özümsenmişlik demektir ki, işte burada bir Medeniyetin varlığından da söz etmek mümkündür.

Böylesi bir toplumun oluşabilmesi için de orada inceliğin, incelmenin ve inceltebilmenin münasip bir altyapısı ve bu altyapıyı kuracak kitlenin varlığı zorunludur. Medeniyet, evvela ve mutlaka insana dokunuyor olması gereken bir yaşam tarzıdır. İnsan, böylesi bir toplumda yaşamış ve yaşayacak olmanın ciddi bir bedelinin olması gerektiğini kuşanacak bir inceliğe de sahip olmalıdır.

Medeniyet zarafetsiz ve zarafette medeniyetsiz olamazlar. Zaten birisinin yokluğu diğerini de mahrum kılar.

Kelimeler ve anlamlarına bu zaviyeden bakıp böyle tanımladıktan sonra, Batı için Medeni toplum yakıştırmalarının ne denli yersiz ve densizlik ifade ettiğini de görmüş olacağız.

İslam, bir Medeniyet iddiası olmakla beraber, Yesrib’i Medine diye deklere ederken, İnsana dokunan ve İnsanı hak ettiği ile hak ettiği kadar buluşturan olmasından dolayıdır. Aksi halde insanlara sadece Dünyevi rahatlık, şatafat ve zenginlik kazandırmak, tattırmak ve yaşatmak değildir.

Medeniyetin inşası, hayat bulması ve hâkim olması için evvela bizlerin ruhlarında ki kabalık, hırçınlık, kırıcılık ve yıkıcılığın önemli ölçüde tırpanlanması ve törpülenmesi gerekmektedir. Ve elbette bunun yanı sıra, Medeniyet algımızın ve tasavvurumuzun da tecdide ihtiyacı olduğunun bilincinde olunması gerekmektedir. İnce, duygulu, hassas, nazik ve biz duygusu hâkim insan ve düşünce yapısının hak ettiği değeri alması ve hak ettiği saygınlığa kavuşması gerekmektedir. Zira zarafet ürkektir, hassastır ve kırılgandır. Dolayısıyla özü ile çelişen toplum ve mekânla olan ilişkisini anında kesen bir hüviyet taşımaktadır.

Batı, bir Medeniyet sahibi değildir ve aslında özü itibarıyla böyle bir iddiası olmadığı gibi çaba içerisinde de değildir. Batı, bütün paradigmasını sekülerizm üzerinden kurgulamış olması dolayısıyla, zarafet ile hiçbir zaman bir içiçelik içerisine de girmemiştir.

İnsanı ve hayatı inşa ve idame ettirmek isteyen İslam, bütün tez ve iddiasını ise ‘’ zarafet ‘’ üzerinden kurar ve bu kavram üzerinden telkin eder.

Medeniyet ve zarafet, sarıların istila ettiği ve lüks baloların düzenlendiği şatolarda ve devasa masalar üzerine serpiştirilmiş çatal bıçak eşliğinde, hangi elle bıçak hangi elle çatal tutulacağını bilmek ve uygulamak değildir. İçi boş, insan ruhu ile uzlaşmak bir tarafa, cedelleşen Batı müziği eşliğinde bir takım figürleri dans ediyoruz adı altında cilalamak ve boyalamak hiç değildir.

Medeniyet ve zarafet, insana dokunmaktır, İnsanı kandırmak değil…