Bulutsuz, alabildiğine berrak güneş bile etkisiz, ısıtmıyor artık ne yürek ne de teni. Kas katı kesilmiş insan ne duyuyor, ne görüyor ne hissediyor. Ayakları altından koca bir dünya yanıyor, kayıyor ve çekip alıyorlar da gık bile demiyor, çıkmıyor, çıkaramıyor ve hepten mecalsiz…

Bulutsuz, alabildiğine berrak güneş bile etkisiz, ısıtmıyor artık ne yürek ne de teni. Kas katı kesilmiş insan ne duyuyor, ne görüyor ne hissediyor. Ayakları altından koca bir dünya yanıyor, kayıyor ve çekip alıyorlar da gık bile demiyor, çıkmıyor, çıkaramıyor ve hepten mecalsiz…

Koca bir hayat ama en az kendisi kadar cansız, renksiz ve lezzetsiz ve dolayısıyla akıl almaz bir türbülans içerisinde ama rutine bağlamış bizim hissiz. Ölümü, altın tepside sunmuşlar kendisine, solo ya da koro fark etmez yine ölgün ölgün bakıyor bütün bu olup bitmezlere…

Hem niye bitsin ki bunca bitmişler dururken. Pamuk ipliğine bağlı ve bundan ötesi lüks sayılmış hayatlara itiraz etmeyi aklından bile geçirmeyen ve on beş TL'ye yediği simit üzerinden Elhamdülillah ayinlerinden Cennetin en ala köşesinden okkalı bilmem kaç hektar kotardığını zannediyor dinin ölmüşü…!

Sokağı dinliyorum en az sakinleri kadar solgun ve ölgün. Herkes, birbirinden habersiz ve yine solgun ve ölgün günaydınları, selamları ve merhabaları ardı ardına serdediyorken birbirlerine, alanın verenden ve verenin alandan haberinin olmadığı ve Afyon'un, ne zaman ve hangi kuytu köşede patlayacağından habersiz bunca ölgün ve solgunun, hayatın bizatihi katili olduklarını biliyorken ben, tadına bir türlü varamıyorum yaşamın.

Ne önemi var ki canlı! Pazarın tam orta yerinde avazımın çıktığınca haykırışlarım, feryat, figan itirazlarımın!? Yolunu, yönünü şaşırmış bunca sönümlenmiş hayatın gözleri önüne serdiğim canlılığın, renk cümbüşünün en hayasız tacizlere, sözlü hakaretlere uğradığı ve elimde ki koca bir hiç'in içime içime çöküşünü nasıl koyacağım tıka basa tatsız, lezzetsiz, vitaminsiz beslendiğiniz masalarınızın orta yerine…

Sürükleniyor insanlık ve akıntıya kulak kesiliyorum. Tık yok! Her şeyi, hemen hemen her şeyi elinden alınmış ve birkaç gram din, iman ve türevleri cinsinden uyuşturucu ile bilmem kaç fit üzerinden mutluluk naraları atan uyuşturucu ayyaşları ile aramda ki bağ kopuveriyor bütün canhıraş gayretlerime rağmen.

Bir diğer taraftan kasvetli malikanelerinden dışarı uzanmış kellelerin ruhsuz, yapmacık ve riya dolu gülüşleri bütün berrak görüntünün katili oluveriyor bir anda. Görüntü, alabildiğine kirli. Nasırlı düşlerim ile zevahiri kurtarmak için bir kez daha cesur bir manevra yapayım derken kilise ya da cami denilen soğuk duvarların ayinleri kirletiyor zihin dünyamı.

Mahrem, ürkek, yorgun ama elbette umudu hala gizleyen, gözü gibi sakınıp koruyan bilincim, dipdiri ve benden bile koruyor umut ve inancımı. Yoksun kalmak benimde ölümüm değil mi aynı zamanda!? Nasıl ihanet edebilirim ki kendime?

Berrak ile karanlığın amansız kavgası sarıveriyor bütün vücudum ve bilincimi zifiri karanlığın tam orta yerinde. İmanım dikiliveriyor karşıma ve iki eli iki yakamda, kalk ve uyar diyor…

Tıpkı, Musa gibi sokuveriyorum buz kesmiş ellerimi göğsüme ve yarım yarım yarılıveriyor Nil, tüm heybetiyle karşımda. Din, İman, İnanç, güven, mal, mülk, makam ve mevki dahil ne varsa üç beş akçeye tekabül eden, haydutlar, yağmacılar, yalancılar eli ve gözüyle dört taraftan kuşatılmış ve ben okçular tepesinin en görkemli yerindeyim…

Biliyorum, tapındığımız Tanrılarımız, İmana denk düşen kutsallarımız ve dolayısıyla dinimiz, diyanetimiz, ruh ve gönül dünyalarımız arasında ki bir tek benzerimiz bile olmayan yöneten ve yönetilenler ile aramızda ki nitelik farkını da, bir anlatamıyorum Karun, Haman ve Fravun'a…

Ezoterik, ikonik, sembolik ve kült ile hemhal olmuş avamla ilişkim zaten pamuk ipliği ve dolayısıyla hedefin on ikisine koydum Firavun'u. Hem, kurbağa ürksün diye taş atmanın haram, israf ve malayani bir iş olduğunu benden ala kim bile!?

Kubbelenmiş ve dolayısıyla kutsanmış göbekler, kalın ve haram enseliler, kraldan öte kralcılar, hesap soran bakışlarıyla hedef alıyorlar kalbimi. Korkunç ve tehditkar bakışlar savurduğunu zanneden ölgün ve satılık kimlikler, varoşların sürgün çocukları, mukadderat sandıkları zelil oluşun kollarına bırakıyorlar beş kuruş etmez karakterlerini.

Gövdemin ve ruhumun temizliğine uzanmış kirli eller, cansız topraklar üzerindeki kımıltısız ağaçlar, bir gram bile yağmayan avanta gürültüler, ruhu, vicdanı ve aklı tırmalayan bakışlar ve bütün bunların karşısında can ile, canan ile, hayat ile, ışımak ve ahlaki kıyafet ile kurduğum rabıta, asıl ile mümessil, asil ile vekil ve nihayetinde karanlık ve aydınlığın galibi gibi daha bir mağrur kılıyor bana ait olanları…

Yaralanmış deri ve dolayısıyla kan toplamış göz çanakları, durmak ve düşünmekten yana nasipsiz, kabuk ile, iç ve öz arasındaki ilişkiye teğet bile geçememiş bir yoksunluk ve bütün bunların koca bir toplumun karakteristik yapısına dönüşmüş olmasının omuz ve dizlerime yüklediği dayanılmaz acı, ızdırap ve yük…

Bir kez daha yükleniyorum insanlığı…