“Din tahripçiliği”nin merkez adresi diyebileceğimiz “oryantalizm”in Türkiye’deki fikrî uzantıları içinde akla ilk gelmesi gereken isimlerden biri Mehmed Said Hatiboğlu’dur.

'De ki: Siz Allah'a dininizi mi öğretiyorsunuz? Oysa Allah, göklerdeki ve yerdeki her şeyi bilir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.' (Hucurat: 16)

'Din tahripçiliği'nin merkez adresi diyebileceğimiz 'oryantalizm'in Türkiye'deki fikrî uzantıları içinde akla ilk gelmesi gereken isimlerden biri Mehmed Said Hatiboğlu'dur.

Hatiboğlu, İslam'a yönelik tahrifat projelerinden belki de en tehlikelisi olan, Goldziher ve Schacht adındaki Yahudi oryantalistlerin taammüden geliştirdikleri, Fazlurrahman'ın da sahiplendiği, 'sünnet ve hadis dışlayıcılığı' üzerine bina edilmiş 'tek kaynak Kuran' akımının ısrarlı savunucularındandır. Goldziher'e düzdüğü methiyeleri oldukça meşhurdur; ama genel olarak hemen bütün oryantalistlere sempati ve yakınlığı vardır ve bu sempati ve yakınlık, onların dini / İslam'ı bizden daha iyi anladıklarını ileri sürebilecek kadar ileri safhadadır.

1949'da kurulan Ankara İlahiyat'ı 1958'de bitiren ve akabinde de Prof. Dr. Tayyib Okiç'in Hadis Asistanlığına tayin edilen Hatiboğlu, 2000 yılında emekli olmasına rağmen aynı minval üzere faaliyetlerini sürdürmektedir.

Ankara İlahiyat merkezli oluşan ve 'Ankara Okulu' diye bilinen reformcu ekolün birçok mensubunun yetişmesinde payı vardır.

Hayatından bahsettiği video ve röportajlarından anlaşıldığına göre, ehl-i sünnet geleneğiyle açı yapması, 'Hatip Hoca' diye bilinen babasının tesiriyle başlamıştır. Burdur'un vaizlerinden olan babasının Tahir Hoca denen Rizeli bir hocanın tavsiyesiyle mezhep / ehl-i sünnet çizgisi dışı kitaplar okuduğunu kendisi anlatmaktadır.

Bu yazımızda Hatiboğlu'nun uzun yıllar boyunca ortaya koyduğu misyonu anlatmaya çalışacağız.

I- DİNDE TENKİTÇİLİK VE TAHRİFAT

Onun dini tahrife varan görüşleri, 'tenkitçiliği' metod olarak benimsemesinin neticesidir. Bunu, aynı zamanda doktora tezi olan 'İslamî Tenkit Zihniyeti ve Hadis Tenkidinin Doğuşu' isimli kitabından anlıyoruz.

Hatiboğlu gerek bu kitabında gerekse diğer çalışmalarında, İslam'ın ikinci ana kaynağı olan sünnet ve hadisleri batı tarzı bir tenkit metoduna tabi tutmakta ve bunun sonucu 'tek kaynak Kuran' söylemine dahil olmaktadır.

Yine o, dinî hükümlerin çağın ve çevrenin şartlarına göre koyulması, üstelik bu güncellemenin Kuran hükümlerini de içine alacak şekilde yapılması gerektiği iddiasındadır. İlerleyen satırlarda açacağız.

Dinin ikinci kaynağını dışlamasına paralel olarak, Resule itaati sorgulamakta, vahy-i gayrimetluvu kabul etmemekte, birçok hadisin (hususiyle fiten hadislerinin -ahir zaman fitneleriyle ilgili hadislerin- ve gaybî mucize ifade eden hadislerin) sonradan uydurulduğu intibaını verecek söylemler kullanmaktadır.

Vahy-i gayrimetluvun kabul edilmemesi ve hadislerin dışlanması konusunu daha sonraki yazılarımızda ele alacağız. Bu yazımızda daha ziyade, onun tahrifatçılık ve reformistliğinin temel sebebi olan 'dinde tenkitçilik' metodu üzerinde duracağız. Kullandığımız kaynak, onun 2009 Mayısında gazeteci Asım Öz ile yaptığı röportajdır.[1] Dinin temel kaynaklarına ters düşerek tahrifata imza atanları anlatırken delilsiz ve mesnetsiz konuşmama, itham, iftira ve karalama yapmama hususunda verdiğimiz söze sadık kalacağımızı böylece bir kere daha deklare etmiş olalım.

1- Tenkitçilik Zihniyeti

Bahsi geçen röportaja başlık olarak Hatiboğlu'nun şu cümlesi kullanılmış:

'Bizde yaygın olan tenkit değil mezhepçilik kültürüdür.'

Bu cümlede 'mezhepçilik kültürü' denerek tezyif edilen şey, ehliyetli müçtehitlerden birine tabi olan, onun fetvalarıyla amel eden, böylece de istikamet üzere kalan Müslümanların bu tercihidir. Bu yolu tercih etmeyenler lisan-ı halleriyle 'Biz de müçtehidiz, dinin kaynaklarından biz de hüküm çıkarabiliriz' demiş olurlar. Hem kendilerini hem de kendilerine uyanları tehlikeye sürüklerler.

Halbuki bir müçtehide / mezhebe tabi olma zarureti, en yüksek derecedeki alimlerin bile vazgeçmedikleri bir mecburiyettir.

Mezhep imamı olan 'mutlak müçtehitler' ya da 'mezhepte müçtehitler' sıradan insanlar olmayıp, belli ölçüde İslam'ın her sahasında yetkili ve ehliyetli mümtaz şahsiyetlerdir. Onların Kuran ve Sünnet'e ve daha geniş çerçevede edille-yi şeriyyeye hakimiyetleri o kadar güçlüdür ki, verdikleri fetvalarda İslam'ın hiçbir ilkesine ters düşmezler. Dolayısıyla bu zatlarda itikadî ihlal söz konusu değildir.

Akaid ve fıkıh kitaplarında bir müçtehidin yirmiden fazla ilim bilmesi gerektiği vurgulanır. Bu yetmez; bir de keşif, basiret ve feraseti ifade eden 'ilm-i vehbî' şartı koşulur. Yani bir müçtehidin 'çok bilgili' olması yanında, bu manevi ehliyet de büyük önem taşır.

Şimdi soralım:

'Tenkit' gibi son derece tehlikeli ve kaypak bir zeminde gerçekleşen bir ameliye, nasıl olur da mezheplere tabi olmadaki selamete değişilebilir?

Hatiboğlu şöyle diyor:

'Tenkit bir şeyin iyisini kötüsünden ayırma hadisesidir. Bizde iyiyi söylemek, tespit etmek de tenkittir. Bu bakımdan böyle bir tenkidî nazardan korkmamak lazım. Bu cihete gitmedikçe bizim saf İslamiyet'i çıkarabilmemiz mümkün değildir diye düşünüyorum. Senelerden beri bu düşünce içerisindeyim.'

Hemen belirtelim; buradaki 'saf İslamiyet'in çıkarılması'ndan maksat, tahrifatçıların dillerinden düşürmedikleri 'hurafesiz İslam'dır.' Çünkü onlara göre bin dört yüz yıllık müktesebat içinde Kuran'dan başka her ne var, hepsi de (haşa) 'hurafe'dir. Sünnetler, hadis metinleri, fetvalar, akaid esasları, tefsirler vs. hepsi dahil olmak üzere!

Bunun manası ise, 'Saf İslamiyet ortada yoktur; bugüne kadar da hiç yaşanmamıştır. Bunu ilk defa biz ortaya çıkaracağız' demektir. Buradaki hastalıklı akıl ve ruh hali izaha lüzum bırakmayacak kadar açıktır.

2- 'Hadis Tenkidi' ile 'Tenkitçi Ekol' Aynı Şey midir?

Onun, 'tenkit' kelimesini kullanımında da ustalıklı bir hile vardır.

Evet, bu kelime İslamî ilimler içinde, özellikle Hadis Usulünde kullanılan bir tabirdir. Zaten kendisi de buna atıfta bulunuyor ve devamında hadis tenkitlerini misal veriyor.

Ama oradaki 'tenkit'le onun / Hatiboğlu'nun kendine misyon edindiği 'tenkit' aynı manada değildir. Yine kendisinin de söz konusu röportajda ifade ettiği gibi bir akım olarak 'tenkitçilik hareketi bize batıdan gelmiştir.'

İslamî ilimler içinde bir metod olarak kullanılan tenkit nerede; batıdan gelen ve bir tahrif hareketi olan tenkitçi ekol nerede! Bunlar birbirine doğuyla batı kadar uzak zihniyetlerdir.

Hadis Usulündeki tenkid, herhangi bir hadisin sıhhat derecesini tespit etmek için senet ve metnini incelemeye tabi tutmaktır.

Bu tenkidi yapanlar, Kuran - Sünnet bütünlüğünü bilen ve muhafaza eden alimlerdir. Sünneti devre dışı bırakmak için değil, bilakis onun / sünnetin hem itikat hem de muamelat sahasına taalluk etmesi münasebetiyle, meselenin ciddiyetinden ötürü bunu yapmışlardır. Yani sünneti yıkmak değil, daha muhkem hale getirmek; böylece de dindeki bütünlüğü ve doğru istikameti korumaktır hadis tenkidindeki maksat.

Batı tipi tenkitte ise din, kurum olarak akıl kantarında tartılmaya çalışılır. Bu başka bir ifadeyle aklın nakli denetlemesi, hatta (haşa) hesaba çekmesi demektir.

Maksat ve gaye olarak birbirine tamamen zıt bu iki zihniyeti aynı şeymiş gibi göstermek, Hatiboğlu'na cürüm olarak yeter de artar bile…

Ezcümle hadis tenkidini bahane ederek batı tipi tenkitle dini sorgulamaya almak, dini reforme etmenin daniskasıdır.

3- 'Kültürel Miras' Diyerek Dini Sorgulamak

Hatiboğlu, röportajında 14 asır boyunca gelen gerçek İslam'a 'kültürel miras' adını veriyor ve onu tenkidin süreklilik arz etmesi gerektiğini söylüyor:

'O zaman kültürel mirasımızı tenkit dediğimiz şey, başlayıp biten bir şey değil; devam eden bir süreç… Şüphesiz devam eden bir süreç, sadece birkaç kişiyle olacak bir şey değildir. Bunu ifa etmek, bütün kültürlü ümmetin vazifesidir.'

Bu sözlerle verilmek istenen mesaj gayet açıktır.

'Kültürlü ümmet'ten maksadın, Ankara Okulu ve benzeri mecralarda yetişmiş reformist şahsiyetler olduğunu anlamak hiç zor değildir.

'Kültürel miras' denen İslam, tenkit edilmesi için değil, uyulması için gönderilmiştir. Aklı kullanarak dinin incelik, hikmet ve zenginlikleri üzerine tefekkür etmek başka şeydir; aklı putlaştırarak, çevre ve şartları da ona ekleyerek dinin ilahi yapısını 'tenkit' adı altında değiştirip dönüştürmeye çalışmak başka şeydir. Akıl, vahyi ve onun ortaya koyduğu hükümleri tenkit edemez. Tam aksine onları asıl kabul ederek hakikati ve hidayeti bulmaya çalışır.

4- 'Kuran Esasları Koyar, Hükmü Biz Veririz' Mantığı

Hatiboğlu şöyle diyor:

'Kuran-ı Kerim bize ana prensipleri vermektedir. Mesela Maide Suresinin 8. Ayetinde mealen 'Ey iman edenler! Haktan yana var gücünüzle bütün işlerinizle adaleti gerçekleştirin ve adalet numunesi şahitler olun' buyuruyor. Nasıl adil olunacak? Bu, her insanın yaşadığı çevrenin şartlarına göre değişebilir. Bugün adalet mevzuunda konuşuyorken verdiğimiz bir hükmün Resulüllah zamanında hiç bahis konusu edilmemiş olması gayet normaldir…'

Bu cümlelerin manası şudur:

Kuran ortaya sadece prensip koyacak, o prensibin içeriğini şartlara göre insan belirleyecek.

Burada sinsi bir şekilde bize yutturulmak istenen büyük yanlışı fark edebiliyor muyuz?

Allah Kuran'da adaleti emrettiği gibi, adaletin nasıl temin edileceğini de bildirmiştir. Ahkam ayetleri bunu ortaya koyar. Onun için adalet kavramı bu şahsın dediği gibi her insanın yaşadığı çevrenin şartlarına göre değişmez. İslam bir bütündür. O bütün içinde muamelat / ukubat konuları da vardır. Hepsi Kitap ve sünnetle tarif edilmiştir.

Belki bazı okuyucularımız 'Hatiboğlu'nun buradaki kastı, 'müçtehitlerin yeni çıkan meseleler hakkında içtihat etmesi' olamaz mı?' diye düşünüp sorabilirler. Onun yazı ve konuşmalarının bütünü göz önünde bulundurulduğunda maksadının bu olmadığı açıktır.

Kaldı ki hicrî beşinci (miladî on birinci) asırda yaşayan Gazali, 'Bu dönemde müçtehit yok' demektedir. (İhya c: 1, s: 113.)

Dokuz asırdan fazla bir zaman önce müçtehit yok denirken, bugün bazı bedbahtların müçtehitliğe soyunmalarının nasıl bir haddini bilmezlik ve trajikomik bir hal olduğu açıktır.

İçtihat şartlarını taşıyan kimseler olmadığına göre -yeni çıkan fıkhî sorunları çözüme kavuşturmak icap ettiğinde- 'müçtehit' değil ama 'uzman' denebilecek fıkıhçılar heyetler halinde bir araya gelip, Fıkıh ve Fıkıh Usulü ilimlerinin ölçülerine sadık kalarak detaylara dair fetvalar verebilirler. Bunun önünde bir engel yoktur. Dinî ilimlerin sistemleşmesi, ihtisaslaşması İslam alimlerince tamamlanmış olduğundan, genel kural ve kaidelerle ilgili yeniden hüküm belirlemeye kalkmak iyi niyetle bağdaşmaz.

Bugün yapılan -ve Hatiboğlu'nun bahsettiği- şey, detaylara dair meselelere çözüm getirmek değil; dinin bütünlüğüne müdahalede bulunmaktır. Edille-yi şeriyyenin üç esasını saf dışı bırakarak, Kuran'ı bir felsefe kitabı haline getirmeye çalışmaktır. Sünnet, İcma ve Kıyas bir tarafa bırakıldığında, onun dediği gibi 'adalet' denen şeyin içini istediğin gibi doldurmanın önünde hiçbir engel kalmaz…

Halbuki Cenab-ı Hak, indirdiği hükümlerle hükmedilmesini emretmekte ve aksi durumdaki tehlikeyi şöyle haber vermektedir:

'… Şu halde, siz de insanlardan korkmayın, benden korkun ve ayetlerimi az bir karşılığa değişmeyin. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridir.' (Maide: 44.)

'… Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, zalimlerin ta kendileridir.' (Maide: 45)

'… Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, fasıkların ta kendileridir.' (Maide: 47)

Netice itibariyle biz insanlar, Kuran hükümleri dururken çevrenin şartlarına göre değişen yeni dini hükümler icat edemeyiz. Bunu yapmak, Allah'ın 'Hakim' ismine şirk koşmak manasına kadar gidebilir.

İşte batı kaynaklı tenkitçi zihniyetin dini nasıl kuşa çevirdiğini buradan da anlamak mümkündür.

5- Satır Aralarındaki 'Tarihselcilik' Mesajı

Burada verilmek istenen bir mesaj da, 'tarihselcilik'tir.

Hükümlerin zaman ve mekana göre değiştiğini ifade eden bu reformcular şunu anlamak istemiyorlar: İnsan hep aynı insandır. Hak ve adalet ölçüleri de değişmemiştir. Bu reformcular bir 'değişim' putu icat ettiler; her şeyi buna göre dizayn etmeye çalışıyorlar. Bunlara şunu sormak lazım:

İslam, her şeyi -tabiatıyla kıyamete kadar bütün geleceği- bilen Allah'ın koyduğu ilahi nizam değil midir?

Hükümlerin zamana ve bölgeye göre değişeceğini söylemek, (haşa) Allah'ın geleceği bilmediğini iddia etmek olur ki bu açık şirktir.

Evet, hakikat zamana ve mekana göre değişmez, tıpkı insanın fıtratının değişmediği gibi. İslam'da, Kuran'la ve hakkında 'Ne verdiyse onu alın' (Haşr: 7.) buyurulan Resulüllahın (s.a.v.) sünnetiyle hak ve hakikat hükümleri en mükemmel şekilde tespit edilmiştir. Zamana göre değişen, alet ve vasıtalardır. 14 asırlık İslami tatbikatta ulemanın edille-yi şeriyye çerçevesinde verdiği hüküm ve fetvalar, zaten neredeyse bütün ihtiyaçlara cevap verecek keyfiyet ve kemiyettedir. Zamanla alet ve vasıtaların değişmesiyle ortaya çıkacak yeni meselelerin, bu müktesebat çerçevesinde çözüme kavuşturulması gayet kolaydır.

Teknolojinin baş döndürücü bir hızla ilerlemesi insanları şuursuzca her şeyin değiştiği vehmine sürüklemiş olsa da, esasta değişen bir şey yoktur.

Ama ne hazindir ki dinde tahrife imza atanlar söz konusu bu müktesebata başvurmaya lüzum bile görmüyorlar.

İslam'ın ve Müslümanların kuyusunu kazmaya çalışan Yahudi ve Hıristiyan oryantalistlere 'ilim adamı', onların bu yöndeki gayretlerine de 'ilmî faaliyet' diyerek adım adım onların yolundan gitmeyi tercih ediyorlar. Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır, anlamak mümkün değil!

Halbuki tabi olduklarını iddia ettikleri Kuran'a baksalar, Kuran'ın ehl-i kitap hakkındaki ihtarlarına kulak vermiş olsalar böyle bir badireye düşmezlerdi.

Bu yöndeki ayetlere bir misal verelim:

'Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi döndürüp kafir yaparlar.' (Âl-i İmran: 100.)

Oryantalistlerden gelen tenkit metodunun İslam'ı budayan bir afet olduğunu ortaya koymaya çalıştığımız bu yazının devamında, Hatiboğlu'nun Hz. Peygambere (s.a.v.) itaati tartışmaya açması, Kuran hükümlerini 'tatbik edilecek ve edilmeyecek olanlar' diye parçalaması ve oryantalistlere methiye manasına gelen görüş ve yaklaşımları üzerinde duracağız.

[1] https://www.haksozhaber.net/okul/bizde-yaygin-olan-tenkid-degil-mezhepcilik-kulturudur-5818yy.htm