ANLAMAK !

Anlamak, hayatın ta kendisi, insanı anlamlı kılan eylemin başat öğesidir. Anlamak, anlamın ne denli değerli olmasından, yani anlamın kendisinde barındırdığı değerden beslenir. Bu değer, anlaşılabildiği ve hakkı verilebildiği oran da gerek ferdi ve gerekse toplumsal aydınlanma zuhur eder.

Genel anlam da anlamın önemi ve değeri hakkın da bir sıkıntı ve tartışma yok. Sıkıntı, nasıl bir anlam ve nasıl bir anlama üzerinde yoğunlaşmaktadır. Zira insan doğduğu andan itibaren bir anlam ve anlama sistematiği üzerine doğar. Doğduğu alan bir bakıma kendisinin anlam ve anlama sınırlarını da tayin eder. Doğulan alanın sınırlarına taşınabildiği oranda farklılaşmak, değerleşme, enteklektüelizm kendisine bir başka alan yaratmaya başlamaktadır.

Kalıplaşmış anlam ve anlama sistematiği, yaşanılan coğrafyanın, yaşayan insan üzerinde mukadder anlayışı inancı kırılmadığı sürece, insanda ki anlamlı tekâmül süreci de akamete uğramaktadır.

Oysa anlam, hem teolojik ve hem de varlıksal bir gereklilik ve hatta bir zorunluluktur. Bunun aksi yönde cereyan etmiş anlayış ve topluluk, kendisini tamamlama ve tanımlama sürecinde hep geride kalmış ve hep başkaları için edilgen insan ve toplum olarak kullanılmıştır.

Anlama ; var olanı kritize edebilme, kriminalize edebilme, damıtma ve elde edilen verileri rasyonel şekilde kullanma ve kullanabilme yetisidir. Bu prensip, gerek kişisel ve gerekse toplumsal erdemin, ortak aklın ve hata payının minimize olmasında önemli katkı sağlamaktadır.

Bunun için anlamın ve anlamanın en temel prensibi olan sorma, sorgulama, reddetme, itiraz etme ve hatta gerektiğinde isyan edebilme gibi aykırı duruşları zaruri kılmaktadır.

Anlamın ve anlamanın gerek lügati ve gerekse istilahi değerini kavramış kişinin sorgulaması, yargılaması ve dahi reddetmesi yüksüneceği bir durum olmaktan kendisini çıkaracaktır.

Bunu yapabilen birey ve toplumların, gerek kendi çevresi ve gerekse bütün Dünyaya söyleyecekleri bambaşka sözleri olacaktır.

Anlam ve anlamak, bireyi ataerkil bir düşünce sistematiğinden uzaklaştırıp daha özgür, daha özgün ve daha yaratıcı düşünceye sevk etmesi ve bütün bunların sonucunda dünden kalan şeyleri yerle yeksan edebilme cüreti vermekle beraber, düne ait olan doğrulara dal budak salacak yetilerle de donatacaktır.

Anlam ve anlamanın tek dili, tek biçimi, tek yol ve tek yöntemi yoktur. Anlam ve anlamanın coğrafyası yoktur. Anlam, orada bir yerdedir ve anlamı anlamış olan onu arayıp bulacaktır.

Bu durum, özellikle İslam coğrafyasın da daha bir göze batan ve hatta tırmalayan şekilde durmaktadır. Durmaktadır zira bu tavra ‘’ kutsaliyet ‘’ atfedilerek, dar alan içerisinde kalmayı ibadet diye pazarlayan din bezirgânları eliyle daima canlı ve daima dinamik tutulmuştur.

Bu Din bezirgânları, bir takım söz, fiil ve davranış kalıplarının dışına çıkılmayı, farklı düşünme, farklı konuşmayı adeta Allah’ın kendisine başkaldırı gibi ucube bir tez üzerine bina ederek, kendi mevzi ve mevkilerini tahkim etmişlerdir.

Tıpkı ortaçağ Avrupa’sının skolastik düşüncesinin bizde de birebir yaşanmasının da ana gerekçesi olmuştur. Hazin olan, Avrupa’nın bu kısır döngüden çıkıp kendi özgür düşünce sistematiğini hayata geçireli koca üç asır geçmişken, İslam gibi bir Dinin müntesipleri arasında hala devam etmektedir.

Oysa yazımızın başında da ifade ettiğimiz gibi, gerek Teolojik ve gerekse ontolojik olarak bu düşünce yapısına zerre kadar yer yoktur. Gerek İslam’ın kendisi ve gerekse varlığın kendisi bu düşünce yapısına büyük reddiye getirmektedir.

Asırlara dayanan bu proje, Müslümanların gerek Dünya ve gerekse ukbaya dair tüm iddia ve tezlerini de anlamsız kılmaktadır.

Dinin kendi kaynağının en temel espri ve prensibi düşünme, akletme, anlama, sorma, sorgulama, yargılama iddiası üzerine kendisini bina ederken, o kitabın müntesibi olduğunu iddia eden milyarların aksi hareket etmesini ‘’ anlamlı ‘’ şekilde tanımlayabilmekte ucube bir yaklaşım olacaktır.

Hayatı anlamlı kılmak, anlamlı bir hayat yaşamak, anlam ile aramıza koyduğumuz mesafeyi kapatabildiğimiz oranda anlamlı olacaktır…