Osmanlı tebası ve padişah kulu olan bir toplum ve kültürün, Mustafa Kemal Atatürk ile başlayan elzem devrimler sonucu ciddi bir kırılma yaşamıştır. Bu kırılma, gerçek bir birey olma, kişinin evvela kendisine karşın sorumluluğunun, özgürlük ve özgünlük erdemlerinin derin teneffüsü ile ontolojik hakkaniyetin kendisine tevdi edilişini içini çeke çeke ve içine çeke çeke yaşamıştır.

Osmanlı tebası ve padişah kulu olan bir toplum ve kültürün, Mustafa Kemal Atatürk ile başlayan elzem devrimler sonucu ciddi bir kırılma yaşamıştır. Bu kırılma, gerçek bir birey olma, kişinin evvela kendisine karşın sorumluluğunun, özgürlük ve özgünlük erdemlerinin derin teneffüsü ile ontolojik hakkaniyetin kendisine tevdi edilişini içini çeke çeke ve içine çeke çeke yaşamıştır.

Bu denli anlamlı, önemli ve elzem devrimlerin, devrimci Mustafa Kemal Atatürk'ün erken vefatı ile istenilen kemaliyete ulaşamamış olması evvela ve mutlaka mirası devralan bu toplumun büyük bir kaybıdır.

Bu erken ve talihsiz kayıp, bahsini yaptığımız kırılmaların en talihsiz, en duygusal ve en hazin olanlarının tepesinde bulunan kayıptır.

Zira, şuan içerisinde bulunduğumuz savruluşların, aldanışların, aldatılışların, kandırılıp dolandırılışlarımızın en ana amili işte bu erken kopuştan kaynaklanmaktadır. Yapılması gereken devrimlerin tamamının yapılamayışı ve yapılanların da olgunluk seviyesine ulaşmadan ebterler tarafından sulandırışmış olması savruluş ve aldatışlarımızın tek gerekçesi olarak yürek burmaktadır.

Bu büyük ve onarılması çok zor kayıp sonrası sulandırma ameliyesi hız kazanmış ve devrimci şahsiyet, kendisini devrimci olarak lanse edenler tarafından hakikatli bir ihanete uğramış ve devrimlerini de adi bir sulandırmaya tabi tutmuşlardır.

Laikçiler ve cıvık Kemalistlerin bu ihanet ve sulandırma ameliyesi, daha sonra ki yıkım girişimlerinin hem tetikleyicisi ve hem de ön açıcısı olmuştur. Atatürk'ü anlamak, anlamlandırmak, ve onun devrimlerinin pratik hayatta ki gerçekçi uygulamalarının getirisini bütün toplum önüne koyarak köklü ve anlamlı bir dönüşüme katkı sağlamak yerine, semboller üzerinden ve bunlarıda sulandırıp ajitasyon malzemesi haline dönüştürmüş olmaları, evvela Atatürk ve sonra da onun mirası olan ülkemiz ve Cumhuriyete esaslı bir hanet anlamı taşımaktaydı.

Kendisini Atatürkçü, Laik ve Kemalist olarak takdim eden bu elitist ve ajitatör kesim üsttenci, kibirli, küstah tavırlarıyla birlikte kendilerinide bütün toplumdan izole edip fark bir yere konumlandırınca, Atatürk ve onun güzide devrimleri de haksız tavır, tutum, eleştiri ve hakaretlerin hedef tahtasına oturtmuş oluyorlardı.

Ellerine geçirdikleri bütün imkan ve olanakların dibine dibine vuran bu oligark ve hatta istilacı zümre, ülkenin kurucusu, mimarı ve devrimcisi olan Mustafa Kemal Atatürk'e ihanet ettiğinin ve onun devrimlerinin dibine dinamit koymuş olduğunun farkında olmadığı gibi umursadığına delalet eden tek bir emare de göstermiyordu.

Kendilerini Laik, Kemalist ve devrimci olarak niteleyen bu zümre, devrimleri ve Atatürk'ü hedefe koyan yeni bir neslin tohumları çoktan ekmişti bile. Sonra ki süreç, bu tohumun radikalizme bürünmesine ve daha bir geniş kesimce satın alınmış olmasına dikkat etmiyor, önlem almıyor ve eline geçirdiği bütün imtiyazların sömürüsüne hız kesmeden devam ediyorlardı.

bütün bu ihanetler sonucunda türetilmiş İslamcı kesim yavaş yavaş mırıldanmaya, ses yükseltmeye, içerisinde filizlenmeye yüz tutmuş devrim ve Atatürk düşmanlığını zaman ve zeminine göre dozajında kusmaya başlamıştı bile.

Milliyetçi ve muhafazakar kesim olarak lanse edilen ve türetilen bu nevzuhur kesim, gördüğü en küçük boşluğu dahi pas geçmiyor, dolduruyor ve verilen tavizlerin oranında kin kusmaya devam ediyordu.

Kırılmalar yerini yarılmalara, kutuplaşmalara ve toplumun bir karpuz gibi tam orta yerinden ayrılmasına ve ayrışmasına hızlı bir zemin hazırlıyordu.

İslamcı ve milliyetçi muhafazakar zümre, durduğu yerin ve yaptıkları muhalif duruşun haklı olduğunu zira yıllardır kemalist ve Laik zümre tarafından itilip kakıldığını, ikinci ve hatta üçüncü sınıf insan muamelesine tabi tutulduklarını, bir takım dini (!) haklarının ellerinden alındığını, bir takım giyim, kuşam ve yaşam tarzlarının imha edildiğinden dem vurarak kendilerine meşruiyet kazandırma girişimlerine hız vermişlerdi.

Yeni ve sert bir zemin hayat bulmuş ve bu sert zemin üzerinde esaslı bir kavga peydahlanmıştı.

Artık eleştiriler pervasız hakaretlere, hakaretler bile dozunu bambaşka boyutlara taşıyacak kadar küstah bir ruh haline dönüşmüştü. Geldiğimiz nokta da ise yeni jenerasyon daha bir farklı savruluş içerisine girmiştir.

Gerek Atatürkçü ve Kemalist (!) kesimin, gerek İslamcı ve gerekse milliyetçi muhafakar kesimin ortaya koydukları iğreti örneklikler dolayısıyla hepten beri ve dolayısıyla ateist, deist ve agnostik bir kopuşun ana zeminini teşkil ettiler.

Ülke olarak bir tımarhaneye dönüşmüş, kimsenin kimseye tahammülünün, saygısının kalmadığı, hoşgörü ve empatinin tamamen terk ettiği, herkesin bir diğerini bir kaşık suda boğarken bile sadist gülüşler atabilir bir ruh haline dönüştüğünün acı şekilde şahitliğini yapar durumdayız.

Köprüden önceki son çıkıştayız ve Uyanır mıyız...!!?