Bir evvelki yazıda ortaya konulduğu üzere Hz. Âdem (a.s.) biz Müslümanların yüce değeridir ve müdafaası da yine bizim uhdemizdedir. Bu meyanda Hz. Âdem’in (a.s.) “bütün dinlerin ortak değeri” olduğu şeklindeki yaklaşım gerçek dışıdır.

Hz. Âdem'e (a.s.) cehalet isnad eden bedbaht, sefil, haddini bilmez cehli mürekkeplerin bu yaptıklarını lanetlerken; meselenin itikadî, sosyo-psikolojik açıdan, milli manevi değerlerimiz veçhesinden taşıdığı anlamı soğukkanlı ve ilmî bir şekilde değerlendirmenin de isabetli olacağını düşünüyoruz.

I- HZ. ÂDEM (a.s.) İSLAM'IN VE MÜSLÜMANLARIN DEĞERİDİR

Bir evvelki yazıda ortaya konulduğu üzere Hz. Âdem (a.s.) biz Müslümanların yüce değeridir ve müdafaası da yine bizim uhdemizdedir. Bu meyanda Hz. Âdem'in (a.s.) 'bütün dinlerin ortak değeri' olduğu şeklindeki yaklaşım gerçek dışıdır. Zira muharref ve beşerî dinlerin hiçbiri, Hz. Âdem'i (a.s.) gerçek hüviyeti, makam ve mertebesiyle mütenasip bir şekilde konumlandıracak ölçü ve anlayışa sahip değildir.

Mesela Yahudiler Hz. Âdem'i (a.s.) kendileri (Yahudiler) dışındaki insanların atası kabul ederler. Kendi atalarının ise şeytan olduğu inancındadırlar. Konu uzundur, merak edenler araştırabilirler.

Hıristiyanlar ise Hz. Âdem'in (a.s.), yasak ağaçtan yemesinin hemen ardından tevbe ettiğini, tevbesinin kabul edilerek Allah tarafından seçildiğini dikkate almadan, onu 'günahkar' kabul edip, bu günahın irsî olarak bütün insanlara geçtiğine inanırlar. Vaftiz ritüeli buradan kaynaklanır.

Dolayısıyla ne Hz. Âdem'i ata kabul etmeyen Yahudiler ne onu günahkar sayan Hıristiyanlar ve ne de türlü hurafelerle dolu diğer beşerî dinler Hz. Âdem'in (a.s.) mesajını temsil edemezler.

Hz. Âdem (a.s.) İslam'ın ve Müslümanların yüce değeridir. Onun nübüvveti, marifeti ve Allah indindeki yüce değeri ancak İslam ve Müslümanlar tarafından takdir ve ifade olunur. Dolayısıyla itibarının korunması da Müslümanlar üzerine bir borçtur.

II- MESELENİN İTİKADÎ VE HUKUKÎ BOYUTU

1- İtikadî Boyut

Meselenin itikadî boyutunu değerlendirebilmek için bilinmesi gereken malumat bir evvelki yazımızda ortaya konmuştu.

Buna göre:

Söz konusu cehalet isnadı insanlığın atası, ilk insan ve ilk peygamber, Hz. Âdem'e (a.s.) yapılmaktadır. Bu, zımnen insan nev'ine yöneltilen ve bütün insanlığı tahkir ve tezyif eden bir isnaddır.

Hz. Âdem (a.s.), kendisine on suhuf verilmesi münasebetiyle bir nebi ve resul olarak, ilahi öğretimle tevhid ilmine ve marifetullaha (Allah'ı bilmeye) dair pek çok sır ve hikmete vakıf olmuştur. İlm-i ledün ve nübüvvet ilmiyle donatılmıştır. Vahiy yoluyla verildiği için, sahip olduğu ilim ve malumat mutlak hakikat ifadesidir. Bu şartlar altında cehaletten söz etmek hiçbir şekilde mümkün değildir.

Böyle bir suçlama, Hz. Âdem'in (a.s.) şahsında tüm ilahi - nebevi hakikatleri yok saymak yahut inkar etmek manasına gelir.

İslam akaidine göre tevhid ve nübüvvet ilminin, marifetin yok sayılması, Allah'ın ilmini inkara kadar giden büyük bir cürmü ve hatta küfrü irtikap etmektir.

Ortada nasıl bir vahamet olduğunun, ne bu isnadı yapan zırcahil ne onun destekçileri ne de toplumun büyük bir kesimi farkında değildir. Biz asıl bu felaket ve fecaate dikkat çekmek istiyoruz.

2- Hukukî Boyut

Bu menfur isnad, kahir ekseriyeti Müslüman olan bir milletin mukaddes değerlerine saldırı niteliği taşımaktadır.

Dolayısıyla laik devletin kanunlarına göre de suçtur.

Mevcut hukuk ölçülerine göre bir kimseye cahil demek hakaret anlamı taşımıyorsa da, cehaletle itham edilen bir peygamber olunca, yukarıda anlatılan keyfiyet doğrultusunda meselenin boyutu değişmekte, 'mukaddesatı tahkir ve tezyif' mevzubahis olmaktadır.

Anayasanın 24. Maddesi din, inanç ve vicdan özgürlüğünü teminat altına alırken TCK'nın 216. Maddesi de mukaddesata saldırıyı suç saymakta ve cezalandırmaktadır.

Siyasi irade, hukuk mercileri, basın - medya ve tüm akademik çevreler meseleye bu boyutuyla da yaklaşmalı, idari ve adli olarak gereken hesap sorulmalı, mukaddesata hakaret suçunu işleyenler mutlaka hak ettikleri cezayı almalıdır.

III- MESELENİN FİKİR HÜRRİYETİ BOYUTU

Bu itham ve isnat 'fikir hürriyeti' kisvesine büründürülerek basite alınamaz. Dünyanın hiçbir yerinde sınırsız bir hürriyet yoktur. Böyle bir telakki zulümdür, anarşidir hak ve hürriyetlerin kötüye kullanılmasıdır.

Bütün ülkelerdeki anayasa ve kanunlar böyle keyfilikleri ortadan kaldırmak için düzenlenmiştir.

İslam hukuku canı, malı, namusu, aklı ve dini (beş mukaddesi) korumayı gaye edinmiştir. Bunların korunması makasidü'ş-şerîa kapsamındadır.

Bu çerçevede hiçbir haddini bilmezin Müslümanların ulvi değerlerine saldırmasına müsaade edilemez.

O halde bu mesele bir fikir hürriyeti meselesi olmadığı gibi, bilakis hak ve hürriyetlere saldırı; onları tahkir ve tezyiftir.

IV- MUKADDESATA SALDIRIDA RESMİN TAMAMINI GÖRMEK

Hz. Âdem'in (a.s.) şahsında mukaddesatımıza yapılan bu saldırı ne ilktir ne de son olacaktır. Burada üzerinde düşünülmesi gereken asıl mesele şudur:

Dört yıl önce çıktığı konuşulan bir şarkının sözlerini telin ederken, dinî değerlerimize bugüne kadar yapılan, hatta birçoğu belki de bundan daha vahim diğer saldırıları görmemek insaf, iz'an, hakkaniyet, daha da önemlisi 'samimiyet'le bağdaşmaz.

Soruyoruz:

Hz. Âdem'in (a.s.) topraktan yaratıldığı Kuran'la sabit olduğu halde 'Âdem'in babası vardır' diyen ilahiyatçı kisvesindeki tahrifatçılar da mukaddesatımıza saldırmış olmuyorlar mı? Hani onlara gösterilmesi gereken tepki nerede?

Keza Hz. Âdem'in (a.s.) yaratılmasındaki hikmetleri yok sayarcasına, hakikat temsilcisi bir peygamberin gönderilişine biyolojik bir hurafe olan 'evrim nazariyesi'ni bulaştıranlara hesap soruldu mu, soruluyor mu?

Oryantalistlerin avukatlığına soyunup Hz. Peygamberin (s.a.v.) Kuran'ın doğru bir şekilde anlaşılmasını temin eden sünnet ve hadislerini çeşitli bahanelerle inkar edenlere, böylece milletin değerleriyle çatışanlara 'Siz neye ve kime hizmet ediyorsunuz?' diye bir ikazda bulunuldu mu?

Sünnet ve hadisleri devre dışı bıraktıktan sonra Kuran'ı keyfî bir şekilde kendi akıllarınca yorumlamaya kalkışanlara; Kuran kıssalarına 'mitoloji (uydurma)' diyenlere; mucizeyi, kaderi, kabir hayatını, şefaati, kıyamet alametlerini inkar edenlere 'O menfur ellerinizi yüce dinimizin üzerinden çekin!' denebildi mi?

İlahiyatlarda ve eğitim - öğretimin diğer kulvarlarında ders kitapları vb. materyallerdeki yanlışlar tespit edilerek düzeltilmesi yönünde bir çalışma yapıldı mı?

Her Müslüman dinini inancını müdafaa ile vazifelidir elbette ama, bir de bunu mesleği itibariyle uhdesine almış olan şahıs ve kurumların söz konusu tahrifatlar karşısında takındıkları tavır ve aldıkları konum hiç sorgulandı mı?

Reformist, dinlerarası diyalogcu, ılımlı İslamcı, tarihselci çevrelere kim ne zaman dur diyecek?

On dört asırlık İslamî ölçüler bir bir ihlal edilirken bu sessizlik nedir?

Haddini bilmez bir şarkıcıyı şeytan taşlar gibi taşlamakla iş bitmiş, din korunmuş mu oluyor?

Ne acıdır ki, umumi manzara milletin bir felakete doğru sürüklendiğini gösteriyor. Okumuş yazmış, aydın denen zevat adeta bindiğimiz dalı kesmekle meşgul. Millet ise olup bitenden habersiz, ancak ekmek parasının derdinde…

Geçmişte bu gidişata benzer birçok milli felaket yaşandı. 550 yıl yaşamış Abbasilerin sonunu getiren Bağdat faciası, yaklaşık 850 yılın ardından bir medeniyeti yerle yeksan eden Endülüs felaketi gibi…

Hakikat şu ki, bu yüce millet maalesef Endülüs'ün başına gelen felaket gibi bir akıbete sürükleniyor.

Tarihi bilenler, millet olma, millet kalma şartları üzerinde kafa yoranlar bu tespitimizi çok iyi anlayacaklardır. Acı ama gerçek…

Benliğini zaafa uğratarak çöküş ve yıkılışa doğru giden bu milletin mukaddesatının korunmasına hassasiyet gösteren bir sahibi yok ortada. Bizim gibi kaleme ve söze sarılan, gücü ancak buna yetenlerin sa'y u gayretleri inkıraza doğru seyreden gidişi durduramıyor.

Yapılması gereken devlet - millet kaynaşmasıyla benliğimize, kimliğimize ve bunun harcı olan manevi ve mukaddes değerlerimize sahip çıkmaktır.

Unutmayalım; dünyada manevi, mukaddes ve milli değerlerini tartışmaya açarak beka bulan hiçbir millet yoktur. Yarın çok geç olmadan uyanalım!