Ümmet ve millet, son dönemlerin en hararetle tartışılan iki konu başlığı diye düşünüyorum. Herkes kendi paradigması üzerinden hareket ederek kendi tezinin bir diğerine galabe çaldığını iddia ederken, kokarım ki her iki tarafta ileri sürüp arkasında durdukları bu kavramların içerik, derinlik ve tarihi izdüşümlerine vakıf değiller.

Ümmet ve millet, son dönemlerin en hararetle tartışılan iki konu başlığı diye düşünüyorum. Herkes kendi paradigması üzerinden hareket ederek kendi tezinin bir diğerine galabe çaldığını iddia ederken, kokarım ki her iki tarafta ileri sürüp arkasında durdukları bu kavramların içerik, derinlik ve tarihi izdüşümlerine vakıf değiller.

Ümmet tezinin alternatifi olarak devreye sokulan milliyetçilik, hem teolojik hem sosyolojik ve hem de ontolojik olarak böylesi bir alternetifi hak edecek nüvelerden yoksundur. Daha evvel ki yazılarımda da defaten vurguladığım gibi hiçbir derinliği, mantıklı ve bilimsel bir boyutu olmayan milliyetçilik, salt hamasi söylem ve salt duygusal çıkışlardan beslenmektedir.

Evvela millet kavramının da bir teolojik boyutu olduğuna ve bu duruma Kuran'ın özellikle ve defalarca dikkat çektiğine vurgu yapmak isterim. Ne ki, Kuran'ın vurguladığı millet bilinci salt ırk tezine dayanmayan, çok daha derinliği olan bir anlam ve mana cinsinden dem vurmaktadır. Kuran, peygamberin kendisine tabi olanları bir millet olarak tarif ederken, ırk boyutunu tamamen bertaraf etmekte ve insanları bir inanç, iman ve haliyle kökleri ve geleceği olan bir millet şuurunda birleştirmektedir. Bu iman, inanç ve mana boyutundan soyutlanmış millet çağrısı sığ, kökleri olmayan ve salt hamasi bir çiğlikten başkası değildir.

Bir milleti var eden, o milletin köklerini sarsılmaz şekilde birbirine bağlayan, varlıkta ve yoklukta, refahta ve sıkıntı da birbirine kenetlenmesine salık veren etken, ırk tezinin çok daha ötesinde bir derinlik, anlam, mana ve gelecek barındırın İnanç bağının kendisidir.

Burada ki en büyük yanılgı, günümüz Müslümanlarında ki bu bahsini yaptığım ümmet ( Millet ) uygulamasının doyurucu şekilde tezahür etmiyor olmasından kaynaklanmaktadır. Ama mesele, ilkesel bir reddiye ve bir tavır takınmak ve bilinçli bir reddediş ise zaten söylenecek söz bitmiş demektir. Yok, eğer, bahsini yaptığımız ümmet bilincinin kendisine bir itiraz değil de, tezahürüne yapılıyor ise, bu durumda ırk söylemi sağlıklı bir alternatif olmaktan kendiliğinden azade olmaktadır.

Günümüz ümmet bilinci ve uygulamalarında ki bir takım yanlışlara, aksamalara ve suistimallere dair bir revizyon ve öze dönüş gerektirdiğinden hareketle yapılan her türlü eleştirinin elbette ve mutlaka geçer akçe bir boyutu vardır. Dolayısıyla ümmet kavramının bu boyutuna yapılacak itirazlar başka, ırk tezini devreye sokarak çok daha doğru bir felsefik davranış ortaya konulduğunu iddia etmek ise bambaşka bir durumdur.

Bir şeyin devre dışı bırakılması ve bir başka şeyin devreye sokulması demek, bir evvelkinin bütün işlerliğini, anlam ve mana boyutunu yitirdiği tezinden hareket etmektedir. Irk tezini devreye koyanlar, ümmet kavramının hem mana hem inanç, hem tarihi ve hem de sosyolojik olarak değerini ve önemini kaybettiğinden dem vuramayıp, olaya arkasından dolanarak yanaşıyor olmaları hem etik ve hem de inandırıcı değildir.

Hiçbir geçmişi olmayan, henüz tedavüle sokulmuş ve geri kalmış ülkeler dışında alıcısı da bulunmayan ırkçılık, sahiplenmiş her toplumun yalnızlaşmasında ve içe dönük kalarak gelişememesinin de önünde ki en büyük engeldir. Bir kaç Arap liderinin sorumsuz davranışı nasıl ki tüm Arap toplumuna hasredilemeyeceği gibi, Kıbrıs cumhurbaşkanının yaptığı sakat açıklama da tüm Kıbrıs halkını bağlayıcı değildir. Dolayısıyla bakış açımızda ki yorumlama sakatlığı, ümmet kavramının kurumsal işleyişine değil ferdi tezahürlerine olmalıdır. Eğer yaptığımız itirazlar da ferdi kalıp, salt sakat açıklamanın sahibine doğrultulduğu zaman, ümmet kavramı ile bir sorunun olmadığı sonucu da kendiliğinden meydana çıkacaktır.

Taraf tutmanın ve taraf olmanın tek kıstası adalettir ve adalet merkezli bir bakış açısı ise, her türlü tasarrufu devre dışı bırakmamız noktasında bizler üzerinde de bağlayıcı bir hüküm niteliğindedir. Yani, iki taraf arasında ki bir anlaşmazlıkta, bir tarafın ırkının bizimle örtüşüyor olması demek, adil olması gereken bakış açımızı salt ırkından dolayı ortadan kaldıracağımız anlamına geliyor ise eğer, artık burada ne ümmet ve ne de ırk konuşmaktan da öte, İnsan olamamak diye bir üçüncü başlığı açmak zorun da kalacağız demektir.

Ama eğer piyasaya sürülen ırkçılık üzerine bina edilmiş olan milliyetçilik, kendisini Din, inanç ve bunlar üzerinde hayat bulan manadan yoksun kılarak salt sekülerizm üzerinden besliyor ise, o zaman da bu tezin sahipleri kendilerini daha net, daha yalın ortaya koymalı ve ortada ki kafa karışıklığına da bir son vermelidirler.

Hülasa

Ne şiş yansın ne kebap diyorsanız eğer, kebap yeme olasılığınız yok demektir…