Yaşlı bir adam sabah erken saatlerde evinden çıktı. Yolda ilerlerken bir bisikletlinin çarpmasıyla yere yuvarlandı ve hafif yaralandı. Sokaktan geçenler yaşlı adamı hemen en yakın sağlık kuruluşuna götürdüler.

Yaşlı bir adam sabah erken saatlerde evinden çıktı. Yolda ilerlerken bir bisikletlinin çarpmasıyla yere yuvarlandı ve hafif yaralandı.

Sokaktan geçenler yaşlı adamı hemen en yakın sağlık kuruluşuna götürdüler.

Hemşireler önce pansuman yaptılar ve biraz beklemesini ve röntgen çekerek her hangi bir kırık veya çatlak olup olmadığını inceleyeceklerini söylediler.

Yaşlı adam; acelesi olduğunu ve röntgen istemediğini söyledi.

Hemşireler merakla acelesinin sebebini sordular.

"Bizim hatun huzur evinde kalıyor. Her sabah birlikte kahvaltı etmeye giderim, gecikmek istemiyorum" dedi.

Hemşireler; "Yengeye haber iletir gecikeceğinizi söyleriz" deyince, yaşlı adamın gözleri daldı, daldı. Bir müddet sustu.

Gözledi doldu.

Ağlamaklı bir sesle:

"Maalesef bizim hatun Alzheimer hastası. Hiç kimseyi tanımaz. Hatta beni bile..'

Hemşireler hayretle, "Madem sizin kim olduğunuzu bilmiyor niye her gün onunla kahvaltı yapmak için koşuşturuyorsunuz?" diye sordular.

Bu soru esasen üzerinde durulması gereken bir sorudur ve kapitalist sistemin teşekkül ettirdiği iklimin bize yüklediği bir marazdır.

Zira bizim ülkemizde verilen/verilmekte olan ve adına 'eğitim' denen bu sistemde egomuzu tatmin etmek merkezli bir anlayış vardır.

Halbuki istikbalimiz olan gençlerimize 'eğitim' değil tahsil ve irfan vermeliyiz.

Herkesin malumudur ki, polis köpekleri vardır. Bunlar eroin veya 'maddeyi' bulmak hususunda 'eğitilirler' ama eroin veya 'maddeyi' niçin bulduklarını bilmezler. X

Halbuki tahsil ve irfan ikliminde gençlerimiz almış olduğu bilgiyi hayatına tatbik ederek 'ilmiyle amil' olacaklarının şuurunda olurlar.

Meselenin bu yönüyle hayvanlar 'eğitilirler' insanlar ise maarife tabi tutularak irfan sahibi haline getirilirler.

Bu bakımdan Osmanlı sonrası Cumhuriyet dönemine geçişte lisanımızda meydana getirilen tahribat sebebiyle 'maarif' anlayışından 'eğitim' anlayışına 'atladık'.

Daha önce 'Maarif Nezareti' idi.

Daha sonra 'Milli Eğitim Bakanlığı' oldu.

'Milli' kelimesinin dışında bizim olan hiçbir şey kalmadı.

Yani 'Maarif' eğitim halini aldı.

'Nazırlık' veya 'Nezaret' 'bakanlık' veya 'bakan' oldu.

Sadece 'bakıyor'!

Veya 'seyrediyor'..

Milletçe 'aptal kutusunu' (TV)seyrettiğimiz gibi. Televizyon ilk çıktığı yıllarda Avrupa'da 'aptal kutusu' demişlerdi.

'Milli Eğitim' kuruluşumuzda hiçbir şey yapılmıyor/yapılmadı demiyorum elbette.

Ama 'neredeeeen nereye' geldiğimizi görmemiz lazım.

Ülkemizde hiç karşılık beklemeden Allah rızası için kaliteli, tarih şuuru olan, inançlı, devlet-millet bütünlüğü idealiyle dopdolu anlayışa sahip faaliyet gösteren kuruluşların 'merdiven altı' olarak istiskal edildiği bir konjonktürde vefaya ne kadar muhtacız.

Şuursuzluk vefasızlığı getirir.

Mevzumuza dönelim:

Sağlık kuruluşundaki hemşirelerin isticvabına (sorgulamasına) maruz kalan yaşlı adam şöyle cevap verdi:

"Ama ben onun kim olduğunu biliyorum".

İşte mesele budur.

Sevgide karşılık beklenmez.

"Eğitim" "eğitim" diye diye tahsil şuurumuzu yok eden anlayışı protesto ediyorum.

Tarihimizdeki maşeri şuurumuzun müstesna örneklerinden biri olan ve 21 yaşında sevgili peygamberimizin müjdesine mazhar olmakla "gururlanmayıp" tevazu ve vakarı tercih eden Fatih Sultan Mehmed'i unutturan tarih anlayışını tel'in ediyorum.

Bedenî zevklerle "zevzeklenen" ve mukaddes hislerimizle dalga geçen anlayışa mesafeliyim.

Evlatlarımızı, inancını öğrensinler diye gönderdiğimiz okullarda mezhepsizlik, deistlik ve inançlarımızı tenkit etmek "bakış açısını" veren Ehl-i sünnet anlayışına şifa bulmaz düşmanlık besleyen zihni bulanık yaklaşımlara, şark ile garp kadar uzağım

Bütün bunların özünde vefa problemi var..

Vefa..

Bugün sadece İstanbul'da bir semt ismi olan Vefa..

"Dikey" büyüme ile mahvedilen güzel İstanbul'da bir semt olarak kalmış gibi görünen Vefa.

Semt-i meçhul haline gelmeye namzet bir semt, Vefa.

Ne kadar muhtacız vefaya..

Ve vefalı dostlara...