Baştan hatırlatalım, dünyada hukukun üstünlüğü kavramı un-ufak oldu.

“Osmanlı sonrası var mıydı?” Diye sorulursa bizce zaten yoktu.
Osmanlı sonrası derken Osmanlı’nın süper olduğu dönemi kast ediyoruz.
Yani 18. Asra kadar olan dönemi diyebiliriz.
Osmanlı dünyada denge unsuruydu.
Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesiyle “üstünler hukuku” uygulanmaya başlandı.
İsrail, bir kama gibi İslam coğrafyasının kalbine yerleştirildi.
Osmanlı’nın varisi olan/olması gereken veya en azından kültürel anlamda Osmanlı’yı tevarüs etmesi beklenen Türkiye “kuzuya”
dönüştürüldü.
Bu bölgede İsrail’i “gemleyecek” olan ülke sadece Türkiye’dir.
Ama hangi Türkiye?
Kendisi olan Türkiye, bin yıldır sahip olduğu kültürel zenginliği hatırlayan/hatırlama mecali olan Türkiye.
1923’de Lozan görüşmeleri esnasında Lord Curzon’un “Türkiye kırk okkayı geçmemeli/geçmeyecektir” dediği Türkiye değil.
Osmanlı’dan devraldığı hukukun üstünlüğü anlayışını yaşatma mecali olan Türkiye.
İnsanları ırk, din ve mezhep sebebiyle ayırmayan Türkiye.
Şimdi tarihi zemini bu şekilde özetledikten sonra 1 Nisan 2024 günü İsrail’in Suriye’de İran konsolosluğuna yaptığı hava
taarruzuyla alakalı meseleye gelelim.
Önce İran ile ilgili genel tespitimizi yapalım.
İran, Osmanlı’nın ve daha sonra Türkiye’nin komşusudur.
Osmanlı döneminde İran, özellikle Şah İsmail döneminden itibaren mezhep meselesi sebebiyle problemler yumağıdır.
Milli Mücadele sonrasında Türkiye’de teşekkül eden yeni dönemde Türk milleti kültürel devamlılık hususunda bir hayli
kırılmalara maruz kalmıştı.
Erken Cumhuriyet döneminde, milletimizin asırlarca sahip olduğu sosyo-kültürel değerler nisyana terk edilmek istenmişti. Bu
dönemde İran ile münasebetler oldukça sıcaktı.
İngilizlerle arası pek iyi olan İran Şahı Haziran 1934’de Türkiye’ye gelmişti. 1930’lu yılların “pek itibarlı” giysisi olan fraklar “dost”
İran şahının hatırına yeşil renklerde diktirilmişti.
Dönemin akredite generali Fahrettin Altay tarafından Trabzon’da “istikbal edilmişti “dostumuz” İran şahı.
Misafir İran Şahına içki içip-içmediği soruldu.
İngiliz dostu İran Şahı’nın akşamları iki -üç kadeh konyak içtiği öğrenildi.
Fakat İran Şahının içki kadehlerini bir biri ardına yuvarladığını görünce “bizimkiler” hem şaşırdılar hem de keyiflendiler.

Cemal Granda’nın verdiği bilgiye göre, İran Şahı “bizimkilerin” sayesinde hayatında ilk defa şarap içmişti.
Herhalde “medeni” olmayı İran Şahı “bizimkilerden” öğreniyor olmalıydı.
Ancak İran Şahı aldığı alkolün etkisiyle biraz fenalaşınca “bizimkiler” tarafından Ankara Palas’a uğurlanmış.
İran ile ilgili olarak bunları niye anlattım?
İran’ı anlamak için kısaca mazisine bakmak lazım.
Burada kısaca izah ettiğim kadarıyla anlaşılması gereken husus şudur:
1930’lu yıllarda, yaşadığı hayat tarzıyla (yönetim bakımından) dost olan İran günümüzde de pek farklı değildir.
Humeyni döneminden sonra “İslam” kelimesi mebzul şekilde ifade edilse de mezhep taassubu sebebiyle İran’ın Türk-İslam
dünyasıyla barışık olduğunu söylemek zordur.
Batı ile dost olan İran’ın İsrail ile düşman olması mümkün müdür?
1930’lu yıllarda Türkiye ile İran’ın birbirine “yakın” olması yönetim bazında olduğunu hatırlatmakta fayda vardır.
Şimdi gelelim 1 Nisan 2024’de Suriye/Şam’da İran konsolosluğuna yapılan saldırı meselesine.
Açık kaynaklardan anlaşıldığına göre İsrail, İran’a “gel-gel” yapıyor.
İsrail, İran’a 1 Nisan’da “gel-gel” yaparken İranlı ikisi general olmak üzere 7 kişi hayatını kaybediyor.
İsrail’in bu davetine İran icabet ediyor ve “misillemede” bulunacağını “vadediyor”.
İran lideri Eyetullah Ali Hamaney, 2 Nisan günü yaptığı açıklamada İsrail’e karşı misillemenin meşru müdafaa haline geldiğini
söylüyor.
Hamaney’in bu “meşru müdafaa haline geldi” sözünün manası şudur:
“Karşılık vermek istemiyorum ama ne yapayım, dünyanın gözü önünde olan bu tecavüze cevap vermek durumundayım”.
Şimdi aklınızdan şöyle bir soru geçebilir:
İran, kendisine saldıran bir ülkeye niçin böyle “müsamahakâr” davranır?
Yukarıda kısaca takdim ettiğim tarihi zemin bilgisi bu sorucunun cevabıdır.
İran, Batı ile düşman değildir.
İran tarih boyunca İslam dünyasıyla kavgalıdır.
İslam dünyası derken elbette Ehl-ı sünnet dünyasını kast ediyoruz.
İşte İsrail’in “gel-gel” davetine İran “meşru müdafaa” mülahazasıyla icabet etmiştir.
Hukukta meşru müdafaanın ne anlama geldiğini bilirsiniz.
Meşru müdafaa, “yapmak istemiyorum ama mecburum” demektir.
İran’ın İsrail’e yaptığı “misillemeye” bakalım ve “yapmak istemiyorum ama buna mecburum” ifadesinin içini dolduralım.
İran-İsrail meselesini şöyle özetleyelim:

İran, İsrail’e 13 Nisan’da “misillemede” bulundu. İsrail, İran konsolosluğuna 1 Nisan’da saldırıda bulunmuştu. Yani 12 gün sonra
İran, İsrail’e “misillemede” bulundu. Misillemenin 12 gün sonra yapılması, İsrail’e “tedbirini al” mesajı olabilir mi?
İran veya İran’ın talimatıyla İsrail’e fırlatılan “nesne” sayısı 300’den fazla. Bunların 170’i insansız hava vasıtası ve 120’sinin
balistik füze olduğu zannediliyor.
3)İran’ın “misilleme” olarak İsrail’e fırlattığı bu 300’den fazla “nesnenin” yüzde 99’u havada tesirsiz hale getirildi. İsrail’in alt
yapısı hafif hasar aldı. İsrail’de yalnızca 7 yaşındaki bir kız çocuğu ağır yaralandı. Dikkat, bu kız çocuğunun yaralanması da İran’ın
fırlattığı “nesne” sebebiyle değil, İsrail’in attığı önleme füzesi kaynaklı şarapnel sebebiyledir.
İsrail’in İran’a “gel-gel” daveti ve İran’ın İsrail’e “geliyorum tedbirini al” anlamına gelen 13 Nisan 2024 tarihli “misillemesini”
böyle özetlemek mümkündür.
Sonuç olarak bizim bu husustaki duruşumuz nedir?
1-13 Nisan 2024 tarihleri arasında cereyan eden İran-İsrail vakasında haksız ve hukuksuz olan İsrail olduğunu söylemeye gerek
yoktur.
İsrail kurulduğu günden bugüne kadar ve anlaşıldığı kadarıyla mevcudiyeti müddetince bölgenin nifak merkezidir.
“Nifak” olması meselesinde esasen İran’ın pek farklı olduğunu söylemem.
Diyebiliriz ki, Türkiye bölgede barışı temin hususunda vazgeçilmez bir ülkedir.
Türkiye bu ağırlığının farkında olmalıdır ve farkında olmaya çalıştığını görmekteyiz.
Türkiye güçlü olmak mecburiyetindedir.
Güçlü olmanın ilk göstergesi ekonomidir ama ekonomi sosyo-kültürel zaviyeden desteklenmedikçe sürdürülebilir olamaz.
Millet olarak kadim değerlerimizi hatırlamalıyız ve kadim değerlerimiz zemininde üreten bir ülke olmalıyız.
Gölgesiyle kavga eden değil, gölgesini arkasında bırakan bir ülke olmalıyız.
1 Nisan’da başlayıp 13 Nisan’a kadar devam eden İsrail-İran düellosunun faturası Gazze soykırımını gölgelemiş gibi
görünmektedir.
İsrail’in “gel gel” politikası ve güya İran’ın 300’den İsrail’e fırlattığı “nesleler” bu kanaatimizi teyit etmektedir.
Son olarak şu soruların cevabını arayalım:
7 Ekim’de Hamas’ın İsrail’e hamlesi acaba İran’ın İsrail’e “gel gel” politikası olabilir mi?
Ve İsrail Gazze’yi yerle bir etti.
Oradaki Müslümanları katletti.
Halen katletmeye devam ediyor.
Dünya gözlerini Gazze’ye çevirince İsrail bundan rahatsız oldu.
Veya biz öyle zannettik.
İsrail ile İran’ı birbirinden beslenen iki devlet olarak değerlendiriyoruz.
Durum böyle olunca İsrail İran’a “gel gel” yaptı ve İran İsrail’e 300’den fazla “nesne” gönderdi.

Sonuç: Gazze’de Müslüman soykırımı devam ediyor.
Amerika başka olmak üzere İngiltere ve Fransa gibi “medeni” ülkeler saldırgan, katil ve soykırımcı İsrail’e tam desteklerini
artırarak devam ediyorlar.