ÂŞIKLARA her zaman meftun olmuşumdur. Onların kalplerinden coşup taşan tutku her zaman dikkatimi çekmiştir. Onları bu nedenle daima izlemeye çalıştım. Bu sebeple destanlar okudum.

ÂŞIKLARA her zaman meftun olmuşumdur.

Onların kalplerinden coşup taşan tutku her zaman dikkatimi çekmiştir.

Onları bu nedenle daima izlemeye çalıştım.

Bu sebeple destanlar okudum.

Mitolojik anlatımlara merak saldım.

Şairleri izledim.

Hikayelerin satır aralarına ustaca yerleştirilen alt metinleri yakalamaya çalıştım.

Romanları nefessiz okumamın bir sebebi yine buydu.

Ya türküler…

Ah o türküler.

Ozanların yüreklerinden havalandırdıkları o dizelerin yanık kokusunu daima aradım.

Halen de buna devam ederim.

ÂŞIKLARIN aşkını nasıl ifadeye döktüğü önemlidir.

Neyi aşikar kılıp neyi gizledikleri ve bunu hangi usul ile yaptıkları merakımı celp eder.

İzlerini sürerim.

Ardından giderim.

Sedalarının kulaklarımda hatta gönlümde çınlaması için çabalarım.

Dadaloğlu duyulmaz mı hiç?

Karacoğlan es geçilebilir mi?

Sümmani'ye kulak verilmez mi?

Nesimi'ye duyarsız kalınabilir mi?

Hatayi çınlamaz mı ufkunuz da?

Emrah görmezden gelinebilir mi?

Yunus Emre, Niyaz-i Mısri bizi tamamlamaz mı?

Kul Himmet, İzzetî, Mahsuni, Neşet Ertaş, Reyhanî, Yoksul Derviş yoldaşımız değil mi?

Ve daha niceleri…

Aynı zamanda kalbimizi yerinden oynatan şiirlerin sahibi şairler…

Bunlar aşkı tespihin tanelerini ipe dizer gibi duygularını cümlelere dizerler.

Ve bize cömertçe armağan ederler.

SOHBET kıvamını bulup akıp giderken 'Biraz da türküler duysak, aşıklara kulak versek nasıl olur?' demiştim.

Şimdi hatırladığımda hala tüylerimi diken diken eden o sözle karşılaşmıştım.

'Sen hep aşığa bakıyorsun!'

İrkilmiştim tabi.

Elim ayağım boşanmıştı.

Ayağımın altındaki halı çekilmiş ve yere aniden yuvarlanmış gibi hissetmiştim.

Başımın dönmesi sona erince 'Nasıl yani?' diyebilmiştim.

'Bu haksızlık' demiş ve şöyle sürdürmüştü sözlerini.

'Mecnuna mı bakmalı sadece? Leyla'nın hakkı yok mu?'

Doğrusu hiç böyle düşünmemiştim. Sürekli sözün zuhur ettiği kalbe nazar etmiştim.

Bu ise eksik bir bakıştı.

Kısırdı.

Âdil değildi.

Hakkaniyet barındırmıyordu içinde.

O günden sonra Mecnun kadar Leyla'yı da hesaba katmaya, buna göre dengeli bir bakış geliştirmeye çalıştım.

Ne kadar muvaffak olabildiğim tartışmalı olsa bile olması gerekenin bu olduğunu artık biliyorum.

Alışkanlıklarımın esiri olarak geriye dönmüş olduğum vakitler olsa da bir süre sonra bu öğüt hatırıma düşüyor ve kuşun iki kanadı olması gerektiği gibi diğer tarafa da bakmaya çalışıyorum.

Evin dışını görüp içini yok saymak bir ihata eksikliği değil mi?

Tek yönlü olmak anlamı taşımıyor mu?

Bu yazının sebebi olan o gün duyduğum hüküm cümlesiyle sözü bağlayalım.

'Âşık maşuksuz düşünülemez. Âşığın aşk miktarı maşuku ile ölçülür.'

Öyle değil mi?

Maşukta aşk miktarı daha fazla olduğu için aşığı bir mıknatıs gibi kendisine çeker.

Âşığa da maşuka da muhabbet ola.

Ya Selam!