KENAR yaşardı. Kimseye karışmaz, kimsenin de kendisine karışmasını istemezdi. Başkalarının kendisine karıştığı vakit, karıştığını, bulandığını dile getirirdi.

KENAR yaşardı.

Kimseye karışmaz, kimsenin de kendisine karışmasını istemezdi.

Başkalarının kendisine karıştığı vakit, karıştığını, bulandığını dile getirirdi.

Yalnız yaşayan bir ardıç ağacı gibi tüm kederini kendi içine gömmüş bir ademoğlu olarak bedenini gezdiren bir bilge görüntüsü veriyordu.

O, halinden memnundu esasen.

Başkalarının onun bu halinden memnun olmaması aslında bir sınır ihlaliydi.

ÇAYINI içerken bardağı masaya bırakmaz avuçlarının arasında sever gibi tutardı.

Ben bu halini 'Çaya ve bardağa hürmet' şeklinde algılardım.

Doğrusu o, herkese ve her şeye saygılı davranırdı.

Bu ise onun iç zenginliydi.

ONUNLA tanıştırdığım birkaç arkadaşım bu üzüntülü durumunu anlayamamışlar hatta abartılı bulmuşlardı. 'Böyle de yaşanmaz ki' diyorlardı.

Hüznün kederden hasıl olan bir iç üzüntü olduğunu kabul edememişler, muhtemelen bazı kayıplar yaşadığına ve bununla baş edemediğine hükmetmişlerdi.

Bu dünya sürgününde kayıp yaşamayan, acıya bulanmayan kederdîde olmayan bir insan bulmak mümkün müydü acaba?

Sevgili Peygamberimizin amcasını ve Hazreti Hatice annemizi Âlem-i Cemale yolcu ettiği seneyi 'Hüzün Yılı' olarak isimlendirmiş olması bize bazı ipuçları verebilir.

Ayrıca yine Efendimizin 'Ben hüzün peygamberiyim' buyurması bizim bu kapıdan girerek işin aslına ulaşmamıza vesile olabilir.

Demek ki, hüzün insanî bir duygu.

Burada da örneğimiz belli…

GÖNÜL üzgünlüğü olan hüzün esasen sadece bu dünya ile kendimizi sınırlamadığımızın da bir ifadesidir. Ötelerden kopup gelen varlığımızın asıl vatanına duyduğu özlemin ete kemiğe bürünmesidir. Bir kanadımızın kırık olduğu ve dönüşümüzün yine geldiğimiz yere olduğu bilincinin günün her dakikasında kendini açığa vurmasıdır.

Yeter ki, hüznümüz dünyevî olmasın.

Maddi kayıplarla alakalı bulunmasın. Kaldı ki, ölçülü ve geçici olduğu sürece bu bile güzeldir.

ERZURUM'LU Âşık Sümmani Babanın hepimizin gönlünde ve dilinde yer bulan dizesine kaçımız katılmaz ki. 'Sümmani'yi bir kenare yazmışlar' cümlesini kaçımız tüm benliğimizle sahiplenerek söylemez ki?

Deyişlerde, ilahilerde, türkülerde, şarkılarda, şiirlerde hüznün gelip dalımıza konmasını istemeyen kaç kişi vardır aramızda?

Sevinç lazım, evet.

Sürûr gerekli, kabul.

Ferahlık hepimizin talebi, şüphesiz…

Ama hüzün de en insanî yönümüz.

Hazreti Yakup'un oğlu Yusuf aleyhisselamın başına gelenler için nasıl hüzünlendiğini kutsal kitabımızda görüyoruz.

Yine Kur'an-ı Kerim'de 'Hüzün' iki ayette, aynı anlama gelen 'Hazen' kelimesinin üç ayette ayrıca otuz yedi yerde aynı kökten fillerin yer alması bizi bu konuda düşünmeye sevk ediyor.

SORULARIMLA tatlı tatlı sıkıştırıp nedenini sorduğumda 'Âhirette üzüntüsüz yaşamak' için şeklindeki cevabını hiç unutmam.

Mü'minin bir ahiret kaygısı olmalı demek ki…

Hüzün sadece bir 'Psişik elem' olmaktan çıkıyor o zaman.

Kutsal bir eylem halini alıyor.

Ve gerekli…

Bize düşen şey, içine kanayan bu farklı duyuşlara sahip insanları anlamaktır.

Bundan kesinlikle kazançlı çıkacağız.

O zaman aklımıza 'Hüzn-ü Latîf' kavramı yerleşecek zira.

Latîf bir duruş.

Hayatı ve hadiseleri ince ince görmenin insanı nasıl billurlaştırdığını idrak edeceğiz.

Ve…

Belki de varlık sancımız son bulacak bu vesileyle.

Hadi inşallah.

Ya Selam!