SABAHIN köründe kalkar, telaşla elini yüzünü yıkar, güç bela üstünü giyinip durağa koştururdu. Fabrikaya vardığında iş tulumunu giyer makinanın başına geçer saat gibi çalışırdı.

SABAHIN köründe kalkar, telaşla elini yüzünü yıkar, güç bela üstünü giyinip durağa koştururdu.

Fabrikaya vardığında iş tulumunu giyer makinanın başına geçer saat gibi çalışırdı.

Hiç mola vermezdi.

Öğle yemeğini çoğu defa yemezdi. Yiyecek olsa bile tezgahının başında bir elma ile öğün geçiştirirdi.

Daha fazla kazanmak için mesaiye kalır gecenin bir vaktinde karanlık ve izbe sokaklardan geçip bir odadan müteşekkil evine ulaşır pelte haline gelmiş olan bedenini yatağa öylece bırakırdı.

Kimseyi aramaya, hatır sormaya vakti yoktu.

Yıllardır bayram ziyaretleri bile yapamamış, yolunu gözleyen yaşlı anne ve babasının elini bile öpememişti.

Sürekli çalışıyordu.

Ve…

Ölmek programında yoktu.

ÜNLÜ bir markanın üst yöneticisiydi.

Randevusuz bir dakikası bile yoktu. Her anı planlanmıştı.

Gün ışımadan ofisine varır, günlük program akışına hızlıca göz gezdirdikten sonra elindeki kahve kupasıyla ilk toplantısına başlardı.

Görüşeceği kişilere göre yardımcısı tarafından ayrı ayrı hazırlanmış olan takım elbiselerinden birini yine asistanının yönlendirmesiyle giyer diğer toplantı odasına hızlı adımlarla geçerdi.

Vakit kaybı olmaması için kravatları bile önceden bağlanıp hazır edilirdi.

Nefes alışı bile programlıydı.

Ama…

Ölmek programında yoktu.

BABASI tarlaları iki çift atıyla sürerdi.

Onlarla gidip gelirken yarenlik ederdi. Bahçesinde, tarlasında çalışan komşularını selamlar, iyi dileklerini sunar, hatırlarını sorardı.

Kimi zaman ise eski hatıralara dalar lafı uzattıkça uzatırdı.

Bundan büyük keyif alırdı.

Derenin gürül gürül akıp giden yazın en sıcak günlerinde bile insanın damağını titreten suyundan abdest alır namazlarını tam vaktinde kılardı.

İçi huzurla dolar, kulluk bilincinin verdiği derinlikle dualarını uzatır, tüm insanlığın iyiliğini diler, ellerini yüzüne büyük bir mutlulukla sürdükten sonra dünya işlerine tazelenmiş bir halde yeni bir enerjiyle dönüp çalışmasını sürdürürdü.

Kendisine 'Ne var, ne yok Emmi?' diye soranlara, 'Hayat var, memat var ' diye cevap verirdi.

Aydınlanmış bir kişiydi.

Programında ölmek her zaman vardı ve ilk sıralardaydı.

Gün geldi, Emr-i Hakk vaki oldu.

Eller üstünde taşındı, gözlerde yaş ve dillerde niyazlarla hayatın öte yakasına uğurlandı.

Herkesin itibar gösterdiği, fikrine başvurduğu, ilminden yararlandığı bu kamil insandan faydalanmayan, ışığından aydınlanmayan tek kişi vardı, o da evladıydı.

'Geldi, geçti ama bir işe yaramadı' şeklinde anardı babasını.

Kendini daha atılımcı ve zeki gördüğünden büyük hayallere kapıldı. Küçük bir traktör işini görebilecek iken kooperatifin sattığı en büyüklerinden birini yüksek kredi borcuna girerek aldı.

Babası yaşarken öğleye doğru bin bir niyazla ancak yatağından kaldırılabilen bu delikanlı artık şafak sökmeden motoru çalıştırıyor kendi mevcut tarlalarına ilave olarak icar karşılığı aldığı tarlaları ekip biçmek için işe koyuluyordu.

Gece yarısı ancak eve dönüyor çok halsiz düşüyordu.

İşleri büyüttükçe hırsı da büyüyor başkalarının işlerine göz dikip bir şekilde onları da alıyordu.

Ne köylüsünün ne de aile fertlerinin yüzünü göremiyordu artık.

Onlara yabancılaştığı gibi kendine de yaban düşmüştü.

Halim selîm bilinen o delikanlı gitmiş gözlerini hırs ve öfke bürünmüş bir kişiliğe dönüşmüştü.

Her dakika kendini ölüme akortlamış olarak yaşayan babasının aksine o bunu hiç aklına getirmemişti.

Yani…

Ölmek programında yoktu.

NİCE iş ve meslek erbabı çağımızın 'Daha çok tüketmek için daha fazla kazanmalısın' güdülemesine yenik düşmüştü.

Çocuklar büyüyordu ama anne babalar buna tanık olamıyorlardı.

Lazım gelen zamanı ayıramayanlar için icat edilmiş olan 'Nitelikli vakit geçirme' prensibi bile işletilemiyor meydana gelen boşluğu telafi etmek için çocuklara her istedikleri alınarak şımartılıyordu.

Böylece doyumsuz nesiller yetiştirildi.

Emek vermeden ödüllendirilen evlatlar bunu herkesten beklemeye başladı. Hayatın olağan akışına uymayan bu sahte beklenti karşılanmadığından gençler iç huzursuzluğa sürüklendi.

Stres yükleri arttı.

Sonsuz beklentiler hız ve hazzın da sonsuz olması gibi yanılsamalı bir dünya algısını ortaya çıkardı.

Artık herkes 'Kazanma, daha çok kazanma ve hep kazanma' anlayışına sürüklendi ve ruhunu boğdu.

Ve…

Ölmek tamamen program dışı kaldı.

Oysa hayatın doğum kadar ilk hakikatlerinden biriydi.

Ölmenin programdan çıkartılması ölümün planlanmış programını asla bozamıyordu ve sistem tıkır tıkır işliyor her gün binlerce kafile ebediyet yurdu için yola çıkıyordu.

Programımızda ölümün olmaması, ölümün programında bizim olmamamız anlamını taşımıyordu.

Ya Selam!