SIKI bir mücadele içerisindeyiz. Fasılasız bir durum bu. Her an devam ediyor. Buna iyilik ve kötülüğün amansız ve bitmeyen savaşı da diyebiliriz. Ve tabi bitmeyecek olan… İçimizde iyicil ve kötücül duygular sürekli bir cenk halindeler. Hiçbir fırsat kaçırılmıyor.

SIKI bir mücadele içerisindeyiz. Fasılasız bir durum bu. Her an devam ediyor.

Buna iyilik ve kötülüğün amansız ve bitmeyen savaşı da diyebiliriz.

Ve tabi bitmeyecek olan…

İçimizde iyicil ve kötücül duygular sürekli bir cenk halindeler. Hiçbir fırsat kaçırılmıyor.

Gözetlemeler yapılıyor, çoklu alternatif planlar geliştiriliyor, zaman ve zemine göre uygun olan hemen işleme alınıyor.

Buna eskiler Hak ile batılın savaşı diyorlar.

İyi ile kötünün mücadelesi…

Pozitif olan ile negatifin birbiriyle meydan cengine tutuşması…

Bu mücadele dışımızda gerçekleşmiyor.

Tamamen bizim bünyemizde vuku buluyor, içeride gerçekleşiyor.

Zaman zaman maruz kaldığımız bir hile var ki, genellikle bu zokayı yutuyoruz ne yazık ki… O da dikkatimizi ve ilgimizi harice yönlendirmemiz, dışarıya dikkat kesilmemiz.

Evet, dışımızda gerçekleşen hadiseler var ve hep olacak…

Ondan da tamamıyla bigane kalamayız. Ancak içerdeki cengin ıskalanması kendimizi dışarıya bütünüyle odakladığımızda gerçekleşiyor. Bunu araba kullanırken yanda meydana gelen kazaya bakarken kişinin kendisinin daha büyük bir kaza yapması gibi düşünebiliriz.

İyiliğin üstün gelmesi gerekiyor.

Şerlerin bitmese bile azalması için gayret üstüne gayret göstermeliyiz.

Bu enerjiyi kendimizde bulup doğru hamleler üzerinde mutabık kalabilmeliyiz.

Yıllar önceydi.

Kendimin kendimden ümit kestiği bir zamandı.

Her şeyi kendi haline bırakmış başıboş bir sefil gibi nerede sabah orada akşam dolaşmaya başlamıştım.

Ne bir hedefim vardı, ne de uygulanabilir bir planım…

Eşimden, dostumdan, arkadaşlarımdan da ırak düşmüştüm.

İçimde kaynayan olumsuzluk kazanının çıkardığı buhar her yanı kaplamış çevrem bir bir dağılıp gitmiş yalnız kalmıştım.

Kendimi dağlara vurmuştum. Elimde bir asa boynumda bir azık çantası ayaklar ne yana seyirtirse ben de oraya gidiyordum.

Vara vara bir kulübeye erişti yolum. Tedirgin bir korku ile kapıyı çalmak isterken açılıverdi.

Girdim.

Köşede uzun beyaz saçları örülü bir ihtiyar oturuyordu. Harladığı mangalın üstündeyse servise hazır hale gelmiş kokusundan ben kahveyim diyen cezveyi gördüm.

Şaşırmadım desem yalan olur.

'Beklediğiniz bir misafir mi var?' dedim belli belirsiz bir sesle…

Hafif bir tebessüme gözlerini kısması eşlik etmişti.

'Geldi misafirim' diye cevapladı. Oysa etrafta ikimizden başkası yoktu. Anladım kastını 'Hoş buldum efendim' dedim.

Uzun bir sessizlikten sonra kahve ikramına geçti.

'Evladım içindeki kötülüklere kapı aralama, onlar orada mahpus kalsınlar. İyinin ve iyilerin üstün gelmesi gerek' dedi.

'Evet, efendim' dedim.

'Dünyanın şamaya değer olması buna bağlı, inan' dedi.

'İnandım' dedim.

Bir taraftan da ben yürürken düşündüğüm konuların bir özetiydi bu. Kim haber verdi desem yersiz olacaktı zira yıllardır kimsenin yıllardır uğramadı o kadar barizdi ki…

Kahve mi, onu nerden temin ettiğini ben halen anlamış değilim.

Ama esas meseleyi kaçırmamak gerek. Mühim olan iyiliğin üstün gelmesiydi.

Neyse sözü uzun etmeyelim. Ârife tarif gerekmez zaten.

Ya selam!