“AĞLAMAK bana düştü” derdi. Ve ağlardı. İçli, içli… Yüreği kabararak… Gözlerinden yaşın hiç gitmediği rakik bir kalbin sahibi olarak bedenini taşıyıp duruyordu.

'AĞLAMAK bana düştü' derdi.

Ve ağlardı.

İçli, içli…

Yüreği kabararak…

Gözlerinden yaşın hiç gitmediği rakik bir kalbin sahibi olarak bedenini taşıyıp duruyordu.

Ağlamasında bir çekicilik vardı.

Sebebini bilmiyor olmanıza rağmen birkaç dakika sonra kendinizi onunla ağlarken bulurdunuz.

Dışardan biri görecek olsa 'Ağlama korosu mu kurdunuz?' diyebilirdi rahatlıkla.

TOPRAĞA ağlardı.

Yuvasına yiyecek taşıyan karıncalara ağlardı.

Dağların heybetine bakıp ağlardı.

Yalnız ağaçlara bakar ağlardı.

Yıllardır gölgesinde insan oturmayan ulu ağaçlara bakar onların terk edilmişliklerine ağlardı.

Harap olmuş yol üstü çeşmelere ağlardı.

Bir başına salınan papatyalara ağlardı.

Rızkı peşinde bir konup bir kalkan kuşlara bakıp ağlardı.

Meşe ağaçlarının dallarına dolanmış eskimiş yün ve çaputlara bakar ağlardı.

Kapanan patika yollara bakıp ağlardı.

Kendi sesine aşina biçimde akıp giden dereye bakar ağlardı.

Kurumuş göllere nazar eder ağlardı.

Piknikçilerin toplanmayan çöplerine bakar ağlardı.

Çitlenmiş çekirdek kabuklarına bakar ağlardı.

Parmağının ucuna gelip konan uğurböceğine bakıp ağlardı.

Kelebeklere meftun olsa da kısa ömürlerini hatırına getirip ağlardı.

Meleyen bir koyun gördüğünde yavrusunu aklına düşürüp ağlardı.

Rüzgar saçlarını dalgalandırdığında yine ağlardı.

O, hep ağlardı.

'Ağlamak bana düştü' diyerek ağlardı.

SOLUDUĞUMUZ havanın zehirlendiğini düşünerek ağlardı.

Şehirlerin betonla dokusunun bozulduğunu görerek ağlardı.

Ekilmeyen tarlaları anlatarak ağlardı.

Kuruyan barajları dile getirir ağlardı.

Bozulan meyvelere bakarak ağlardı.

Tarihi binaları restore ediyoruz bahanesiyle nasıl tahrip edildiğine bakar ağlardı.

Hacmi itibariyle tek minare kafi iken gösteriş için dört minare ile göz zevkine yapılan saldırı ve israfı dile getirir ağlardı.

İnsanların insanları menfaatleri uğruna nasıl harcadıklarını aktarır ağlardı.

Evlerin yuva olmaktan çıkıp daire haline gelişlerine ağlardı.

En büyük adaletsizliklerin adalet adı altında nasıl yapıldığını anlatır ağlardı.

Din adına, dini kavramların kullanılarak dinin nasıl tahrif edildiğinden söz edip ağlardı.

Kendi semtinde dürüstlük pozuna bürünenlerin başka mahallelerde kişilik değiştirip bambaşka hallere girerek yaptıkları ahlak dışı davranışlara atıflar yapar ağlardı.

Borç alırken başka öderken başka kisvelere girenlere bakar ağlardı.

Dostluk perdesi altında yapılan düşmanlıkları sezdiğinde ağlardı.

Bîvefa olanların vefa nutukları atmalarına ağlardı.

O, hep ağlardı.

'Ağlamak bana düştü' der ağlardı.

BAKTIĞINDA bizim göremediğimiz nice hususlara agah olduğu açıktı.

Tam olarak ona dokunan şeyin ne olduğunu bizler bilemezdik ama onun bu ağlayışına bigane kalmak asla mümkün değildi.

Zamanla öğrendim ki, ağlamak yıkanmakmış aslında…

Arınmakmış.

Fazlalıkları atmak ve kişinin kendi özüyle kalması demekmiş.

Gençliğimde değer verdiğim biri 'Hokkabazlık barındırmayan, aldatma amacı gütmeyen, samimi ağlayışlar mağfiretin celbi, ruhun zemzemidir.' demişti.

İNCEDEN ince bir kalbi vardı.

Dal gibi titrerdi.

Ağlamayı zül kabul etmezdi.

Ağlayamamayı eksiklik olarak görürdü.

Bir defasında sorduğumda 'Ağlayan bir gözün, şefkatle hüzünlenmeyen bir kalbin yoksa başka neyin olabilir ki?' demişti.

Ağlayamayan gözlerimize inat bizim için ağlardı.

Ya Selam!