FKÖ, Soğuk Savaş sırasında, Filistin mücadelesinin ön saflarında yer alırken, üniter bir aktör değildi. Aslında FKÖ, 1967’deki Altı Gün Savaşı’ndan, sonra Mısır’ın emriyle kurulan ve 1969’da Fetih tarafından devralınan Filistinli örgütlerin bir yatırım ortağıydı.

FKÖ, Soğuk Savaş sırasında, Filistin mücadelesinin ön saflarında yer alırken, üniter bir aktör değildi. Aslında FKÖ, 1967'deki Altı Gün Savaşı'ndan, sonra Mısır'ın emriyle kurulan ve 1969'da Fetih tarafından devralınan Filistinli örgütlerin bir yatırım ortağıydı. FKÖ'nün ön saflarında iki büyük Filistin örgütü vardı: Fetih ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (bundan sonra FHKC olarak anılacaktır). Ortak bir hedefi paylaşan FHKC, İsrail tarafından işgal edilen Filistin topraklarının kurtarılması ve Filistin halkının bağımsızlığıydı. Ancak FHKC, Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi ile birlikte (bundan böyle FHKC) işgal altındaki topraklarda Yeser Arafat'ın, FKÖ gerilla grupları içindeki liderliğine, muhalefetin bir parçası olarak kuruldu. FHKC, İsrail Filistin ihtilafına, radikal solcu ve emperyalizm karşıtı bir yaklaşım sergiliyor. Daha da önemlisi, FHKC'nin, Filistin'in kendi kaderini tayin hakkını elde etmek için, daha radikal bir yaklaşımı olduğu göz önüne alındığında, İsrail Dışişleri Bakanlığı, bunu kamu diplomasisinde iyi kullandı. Mesajı iletmek için kilit rol oynadı. ASALA-FKÖ iş birliği hakkında, Türk haber kuruluşlarına ve ulusal televizyona bilgi yerleştirdi. Daha da önemlisi FKÖ, geniş bir koalisyonun parçası olarak Orta Doğu'daki ve dünyadaki diğer birçok terör örgütüyle, çapraz şemsiye görevi gören bir örgüttü. Ne FKÖ ne de ASALA, bir bütün olarak Filistin veya Ermeni terörizminin simgesi değildir. FKÖ'nün mücadelesi, Filistinlilerin kendi kaderini tayin etme mücadelesiydi. ASALA'nınki ise Türkiye'nin, Ermeni soykırımını tanımasını sağlamaktı. Bunlar temelde farklı iki anlatıdır, ancak, ASALA'nın olağanüstü olaylara yönelik suikastlar, terör eylemleri gerçekleştirerek, FKÖ'yü taklit etmeye çalıştığı, bunun İsrailli diplomatlar tarafından kaydedilerek, Türkiye ile ilgili diplomatik planlarına dahil edildiği olağan bir durumdu. İsrail'in, Türkiye ile yaşanan o özel kriz anında, iki grubun iş birliğini ve benzerliğini pekiştirmek adına yaptığı stratejik tercih, İsrail-Türkiye ilişkilerinin yeniden kurulmasına yardımcı olmak için tasarlandı.

İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkilere aşina olmayan, bilgili okuyucularıma kısa bir tarihsel arka plan sunma gayesindeyim. İlişki, kabaca dört ana döneme ayrılabilir. Kudüs ve Ankara arasındaki ilişkinin, ilk otuz yılı (1951–1978), bilim adamları tarafından, İsrailli politika yapıcıların, özellikle Ben Gurion'un başlattığı Çevresel Pakt doktrini dönemi olarak tanımlandı. Bu dönem İsrail'in, 1960'ların başında Arap olmayan, Orta Doğu'da kendine ayırt edici bir rol oluşturma girişimleriyle karakterize edilen bu pakt, 1960'ların sonunda temel önemini yitirmiş olsa da İsrail, İran ve Türkiye arasında önemli alışverişleri teşvik etmişti. Bu arada ikinci dönem, 1978'den 1990'a kadar sürdü. İsrail-Türkiye ilişkilerinde en düşük diplomatik temsil düzeyine doğru bir bozulma ile karakterize ediliyor. Türkiye'nin iç krizleri, özellikle de 1978 ve 1980 arasındaki enerji krizi, ülkenin dış politikasını Arap uluslarının, İsrail karşıtı duruşuna ve Türkiye'nin enerji ihtiyaçlarının karşılanması karşılığında, İsrail'i boykot etme taleplerine doğru kaydırmaya hizmet etti. Bu dönem, bilim adamları tarafından büyük ölçüde göz ardı edildi, zira iki ülke arasında neredeyse hiç diplomatik ilişki yoktu. Bununla birlikte, İsrail Dışişleri Bakanlığı'nın yakın zamanda gizliliği kaldırılan arşiv kayıtları, İsrailli diplomatların bu dönemde Ankara ile yaratıcı ve proaktif bir şekilde, ortak BT hedefleri etrafında ilişki kurmak için önemli çabalar gösterdiğini göstermektedir.

1990'ların başı, İsrail-Türkiye ilişkileri literatüründe 'romantik dönem' olarak bilinen üçüncü dönemi işaret ediliyor. 1991'deki Madrid konferansı ve 1993'teki Oslo Anlaşmaları, İsrail-Filistin ihtilafındaki gerilimi azalttı. Türkiye'nin Arap ve Müslüman dünyasının muhalefetini ve tepkisini riske atmadan, İsrail ile ilişkilerini geliştirmesine izin verdi. Üçüncü dönem, artan askeri ve ekonomik iş birliğinin yanı sıra, turizm ve kültürel alışverişlerde bir artış ile işaretlenmiştir. Dördüncü ve en yakın dönem, 2000 başlarından günümüze (2021), Başbakan/Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan dönemindeki modern Türkiye'nin, İslami ve Osmanlı esinli karakterine atıfta bulunarak, 'Yeni-Osmanlıcılık dönemi' olarak adlandırılmıştır. Bu dönemde, İsrail-Türkiye ilişkileri, Türkiye'nin Filistinliler ve Hamas'a artan desteğine paralel olarak yavaş ama kesin bir şekilde kötüleşti. İlişkilerdeki bu bozulma, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun, Ankara'ya yönelik sıklıkla kışkırtıcı söylemi tarafından da kışkırtıldı.

1978 ile 1980 yılları arasında, İsrail ve Türkiye arasındaki dinamikleri, özellikle İsrail açısından değerlendiren çok sınırlı, ampirik çalışmalar bulunmaktadır., Bu dönemde ikili ticaret, Türkiye'nin ekonomik ve enerji krizi, lakin nihayetinde İsrail ile Türkiye arasındaki krizi tırmandıran, 1980 Kudüs Yasası ve buna tüm İslam dünyasında verilen öfkeli tepki oldu. Bilimsel çalışmaların tümü, şu konuda hemfikirdir: Türkiye'nin enerji sorunları ve Ortadoğu ile Arap dünyasındaki kendi sorunlu konumu göz önüne alındığında, Türkiye, Araplara, İsrail para birimiyle 'ödemeye' ve Araplarla olan diplomatik ilişkilerini düşürmeye istekliydi. Ancak bu faktör, Türk tarihindeki tüm darbelerin en muhafazakar ve sağ kanadıyla iyi uyum içindedir. Bu darbeler, özellikle 1980 darbesi, sadece Kemalist laik değildi, yani, 1980'lerde askeri vesayet altındaki ana ideolojik çerçeveyi de açıklayan, önleyici devlet kontrollü İslamlaştırmanın bir entegrasyonu, 'Türk-İslam sentezi' ve dış politikası, Arap dünyasına yöneliyor. Türk siyasi manzarasının laik ve Müslüman yanlısı kesimleri arasındaki iç siyasi gerilimin bir sonucu olarak, Türkiye'nin dış politikasında, özellikle Necmettin Erbakan'ın etkisi ve Milli Selamet Partisi'nin (1972–80) ortaya çıkışıyla oldu. Kudüs Yasası'nın çıkarılmasından birkaç hafta sonra, Türkiye'nin 1980 askeri darbesinden altı gün önce yürürlüğe giren 6 Eylül 1980'de kentte, 'Kudüs'ün kurtuluşu' mitingi yapıldı. 1980'ler ve 90'lar boyunca metropollerde büyüyen Necmettin Erbakan ve Milli Görüş partilerinin tarihsel olarak temeli olmuştur. Erbakan ve Milli Görüş'ün tüm tezahürlerinde, güçlü bir İsrail karşıtı konum ve Yahudi karşıtı klişeler geliştirmesine yardımcı oldu. Türk ordusunu planlı devralmayı gerçekleştirmeye teşvik eden, aslında Konya gösterisiydi. Bu nedenle 1980'de, İsrail-Türkiye ilişkilerinin kopmasında önemli bir faktör oynadı. Literatür, bu dönemi ihmal ederek, İsrail'in Ermeni terör örgütü ASALA'ya karşı terörle mücadele istihbaratıyla ilişki kurma motivasyonundaki kritik bir faktörü gözden kaçırıyor. Bu kritik faktörü araştırmak için, gözden kaçan '1979 anı' faktörünü göz önünde bulundurmak gerekir. Pek çok farklılıklarına rağmen, İran ve Türkiye, Soğuk Savaş sırasında Ortadoğu'nun bölgesel istikrarında kilit rol oynadılar. Ancak, devam eden bölgesel çekişmeli siyaset ve rejim değişiklikleri dalgası bağlamında, 1979 İran devriminden sonra, bu bölgesel istikrarın İsrail için ne kadar kritik öneme sahip olduğu göz ardı edilemez. Bu devrimde İsrail, otuz yıllık büyük yatırımını kaybetti. İran Şah altında, petrol boru hatları, Arap dünyasını dinleme noktası, istihbarat iş birliği ve çok sayıda proje 1979'un başlarında boşa gitti. Böylece Türkiye, İsrail'in çok ihtiyaç duyduğu bölgesel istikrarın korunmasında kritik duruma düştü. Ancak İsrailli diplomatlar, devrimci momentumun etkileneceği konusunda endişeliydiler. Ayrıca Ankara'nın, İsrail'in müttefiki olması, Kudüs için stratejik olarak hayati önem taşıyordu. İsrail Dışişleri Bakanlığı bunu CT diplomasisini kullanarak, başarmaya çalıştı. Türkiye'nin modern tarihindeki en şiddetli askeri darbe olan 12 Eylül 1980 askeri darbesi, laikliğin hakimiyetini yeniden tesis etti. Türkiye'nin, bir ikinci İran olma olasılığını engelledi. Darbe, Türkiye'yi faraziye ayarlarına döndürdü. Tartışmalı siyasetin ve 1979 anının arka planında yer alan Türkiye, 1970'lerin sonlarında, ülkenin kırılgan demokratik sistemini baltalayan, nihayetinde 1980 askeri müdahalesini haklı çıkarmaya yarayan büyük bir siyasi ve ekonomik krizin ortasında artan bir şiddetle karşı karşıyaydı. Spesifik olarak, Türkiye demokrasisine yönelik bir saldırıyla karşı karşıyaydı. Ülkede solcu, sağcı ve ayrılıkçı, silahlı aşırı grupların çoğalmasından kaynaklanan siyasi şiddete devam ediyordu. Bu, İsrail-Türkiye ilişkilerinin, tarihsel arka planının önemli ve gözden kaçan bir unsurudur. Dolaysıyla İsrail'in, kriz zamanında, BT diplomasisini kullanmasının öneminin altını çizmekte fayda var.