“Si Vis Pacem..., Savaş ilan edin” Olayları daha olumlu ve daha az saldırgan bir şekilde ortaya koymak gerekirse, son yıllarda mutlak pasifistlerin yürüttüğü topyekün savaş durumundan, ciddi barış vaat eden, ancak açık savaş durumuna geçtiğimiz söylenebilir. 

'Si Vis Pacem..., Savaş ilan edin'

Olayları daha olumlu ve daha az saldırgan bir şekilde ortaya koymak gerekirse, son yıllarda mutlak pasifistlerin yürüttüğü topyekün savaş durumundan, ciddi barış vaat eden, ancak açık savaş durumuna geçtiğimiz söylenebilir.

Modernistler hiçbir zaman gerçekten savaşta olmadılar, zira yüzeysel temsiller alanı dışında olası çatışmaların varlığını kabul etmediler. Bu temsiller, akıl tarafından çözüldüğü şekliyle doğal dünyayı gerçekten ilgilendirmiyordu. Modernistlerin hiç kimseyle açıkça çatışmaya girmeden, fiilen savaş ilan etmeden, tüm gezegene savaş çıkarmayı başarmaları şaşırtıcı değil mi? Aksine! Yaptıkları tek şey silah zoruyla istikrarlı ilerlemeyi, inkar edilemez kültürü ve derin barışı yaymaktı. Kelimenin tam anlamıyla rakipleri ya da düşmanları yoktu; yalnızca kötü öğrenciler vardı. Evet onların savaşları ve fetihleri ​​aslında eğitim amaçlıydı! Katliamları bile eğitim amaçlı yaptılar! Kaptan Cook'u ya da Jules Verne'i tekrar okumalıyız. Savaşlar her yerde ve her zaman sürüyordu ama bunlar her zaman halkın iyiliği içindi. "Bu onlara bir ders vermeliydi..."

Carl Schmitt, her iki tarafın arabuluculuk için başvurabileceği, ortak bir arabulucunun artık bulunmadığı durumlarda, savaş ilan edilebilecek yalnızca bir düşmanın bulunduğunu iddia ediyor. Eğer bu doğruysa aslında modernist uygarlıkların hiçbir zaman düşmanları olmadığı ve modern tarihin hiçbir zaman gerçek bir savaş tanımadığı söylenebilir. Ne kadar mücadele ederlerse etsinler, her zaman tartışmasız bir hakemin, olası tüm çatışma biçimlerinin üzerinde duran bir arabulucunun otoritesine boyun eğdiler: doğa ve onun yasaları, bilim ve onun birleşik gerçekleri, akıl ve onun anlaşmaya varma yolları... Lakin çatışmayı denetleyen bir arabulucunun yetkisine sahipseniz, Carl Schmitt'in dediği gibi artık savaş yürütmüyor, yalnızca polis operasyonlarını yürütüyorsunuz demektir. "Doğanın çağrısı" ile harekete geçen modernistler, basitçe dünyayı denetlediler ve asla kimseyle savaş halinde olmadıklarını gururla söyleyebildiler.

Barış arzusu, savaş hedeflerinin belirlenmesi, diplomasi ihtiyacı veya müzakerelerle ilgili belirsizlikler konusunda temel bir anlayıştan bile yoksunlar.

'Hangi müzakereler? Hangi diplomasi? Savaşın amacı nedir? Hangi barış görüşmeleri? Kesinlikle savaş yok! Biz sadece işleri düzene koyuyoruz, hepsi bu…'

Çeşitli kolektif fikirler tarafından bir şekilde karartılmış olsa bile, yalnızca her zaman orada olan bir düzenin gerçekliğini ifade etmeye yardımcı oluyoruz. Modernistlerin tek savaşları Wilson tarzı savaşlardı; her zaman Milletler Cemiyeti'ninkinden daha zorunlu olan doğadan gelen bir yetkiye sahiplerdi...

Düşmana hiçbir zaman düşman statüsü vermeyen, kendisini yalnızca inkar edilemez bir arabulucu adına yürütülen polis operasyonları olarak gören bu tür gizli savaşların, sonuçları açık olduğu kadar uzlaşmaz hale geldiği de açıktır. Hiç başlamamış olsalardı nasıl bitebilirlerdi? Eğer savaş hiç ilan edilmemiş olsaydı, barış görüşmeleri nasıl başlayabilirdi? Eğer aşılmaz bir uçurum yoksa, yalnızca önceden var olan ortak bir dünya ve bu dünyanın gerekli yasalarını tanımayı reddeden bazı irrasyonel zihinler var ise o vakit, iki taraf arasında bir bağlantı kurmaya gerek yoktur. Çatışmanın iki tarafının olmadığı ve her halükarda gerçekten bir çatışmanın, gerçek bir çatışmanın, gerçeklikle ilgili bir çatışmanın olmadığı, sadece, eğer olmasaydı kolayca bir arada var olabilecek çeşitli sembolik temsiller hakkında bir yanlış anlaşılmanın olduğu bir yerde, kim müzakere yapmalıydı? Gerçeği kesin olarak kavrama iddiasıyla artık daha uzun bir süre…

Medeniyet ilerledikçe beyazların karşılaştığı tek şey mantık dışı ve arkaik hayaletti. Hiç düşmanla karşılaşmamışlardı, peki nasıl barışı düşünebilirlerdi ki? Lakin yine de bu barışla ilgili, barış için çabalamamız gereken şey bu! Kim başka hedeflere ulaşmak ister ki? Sonsuza kadar savaşta olmanın mutluluğunu kim bulabilir? Eğer bu kadar kavgacı konuşmalara kayıtsız kalsaydım ne tür tuhaf bir entelektüel olurdum? Ancak sorun barışın nasıl sağlanacağıdır.

Çözüm elbette Samuel Huntington'ın önerdiği gibi, ortak dünyayı bir araya getirmekten kaçınmak ve kendi kültürümüzün at gözlüklerinin ve sığınaklarının arkasına saklanmak, hiç olamaz! Bu bir kez daha kültürlerin varlığına inanmak ve ortak bir dünya yaratma görevini unutmak anlamına gelecektir. Dünyayı farklı homojen 'kültürlere' bölmenin muazzam zorluğundan bahsetmiyorum bile…

Eğer bu kadar alçalsaydık ve vaat edilen evrensellik topraklarından sonsuza dek vazgeçseydik; Güney Avrupa, Batı Avrupa, Orta Avrupa, Kuzey Avrupa ve Doğu Avrupa tarihi boşa gitmiş olurdu...

Yüzyıllardır aklın hizmetkarlarının torunları olan bizler, nasıl olur da atalarımızın gözlerinin içine bakıp, ortak bir dünyada yaşamak gibi hayranlık uyandıran bir hedeften vazgeçtiğimizi utanmadan söyleyebiliriz? Suçlanacak olan bu hedef değil, bunun gerçek düşmanlarla savaşa girmeden de başarılabileceği şeklindeki tuhaf fikirdir. Modernleşmeye ve barış yapmaya çalıştığı tarihten farklı olarak tüm dünya, savaşın olduğunu kabul etmelidir: Düşmanlarının olduğunu kabul etmeli, dünyalar arasındaki farklılıkları ciddiye almalı, salt hoşgörü uygulamasını kabul etmeyi reddetmeli; hem yerel hem de yerel dünyanın inşasına devam etmelidir.

Ortak dünya, doğa gibi arkamızda sabit ve bitmiş olmamakla beraber, adım adım yerine getirmemiz gereken devasa bir görev olarak önümüzdedir. Çatışmaları çözen bir hakem gibi bizim üzerimizde değildir, ancak bu çatışmalarda tehlikede olan ve müzakerelerin yapılması durumunda uzlaşmanın konusu haline gelebilecek olan unsur; Ortak dünya artık yeniden tekliflere açık olması üzerinedir.

Kuşkusuz bu acımasız değişim, ülkeleri umutsuzluğa sürükleyebilir; Eskiden barış içinde yaşıyorlardı, şimdilerde ise savaş halindeler. Hiç düşmanları yoktu; herkesi sevdiler; Doğuştan dünya vatandaşı olduklarına inanıyorlardı ve farklılıkları ne kadar abartılı olursa olsun diğer tüm kültürleri kabul etmeye istekliydiler.

"Çeşitlilik" bir zamanlar şaşmaz bir çözümü vardı. Doğanın birliğine ve kültürlerin çeşitliliğine inanıyorlardı lakin şimdilerde ise birdenbire her şeye yeniden başlamak zorunda kaldılar. Ama umutsuzluğa kapılmamalılar. Hedefleriniz aynı kalıyor; yalnızca araçlar ve zaman çerçevesi eskisi gibi değil artık. Bittiğini düşündükleri anlaşma daha yeni başlıyor.

Unutmamalı ki modernizmi takip eden her şey, en azından daha açık olma avantajına sahiptir. Şüphesiz dünyalar arası bir savaş yaşanıyor. Birlik ve çeşitlilik, hassas müzakerelerle yavaş yavaş bir araya getirilmedikçe sağlanamaz. Geçmişte (modernizm ve daha sonra postmodernizm zamanlarında) sıklıkla yapıldığı üzere, hiç kimse bir başkası için dünyanın birliğini kuramaz…

Modernleşmeciler için tarif edilemez bir dehşet, küreselleşmeye ve parçalanmaya karşı mücadele edenler için ise tek umut olan bir prototip fizik geliştirmeye çalışmak gerekir. Kültürel göreceliliğin neden olabileceği hafif ürperti ile karşılaştırıldığında, bu kafa karışıklığı, bu kargaşa ilk başta yalnızca tiksinti ve dehşete neden olabilir.

Modernizm tam da bu dehşeti önlemek için 17. yüzyılda icat edildi. Tam da bu kadar çelişkili ontolojiye ve çatışan metafiziğe katlanmak zorunda kalmamak adına, bunlar, gerçeklerle dolu tartışılmaz (ve ne yazık ki anlamsız) bir arka plan üzerinde, farklı/farklı varlıklar olarak akıllıca düzenlenmişti. Artık eski modernleştiricilerin tam bir dönüşüme uğraması gerekiyor: Saklanmaya çalıştıkları Gorgon kafasının yüzüne bir kez daha bakmalılar. İlk bakışta ne kadar garip görünse de modernistler, Batılılar, beyazlar (onlara hangi takma adı vermek isterseniz isteyin) diğerleriyle yeniden ilk kez tanışıyormuş gibi davranmak zorunda kalacaklar. Tarih onlara inanılmaz şekilde ikinci bir şans vermişti. 17., 18., 19. veya 20. yüzyıllara geri dönmüşlerdi, ancak bu kez, 21. yüzyılda, önceki yüzyıllarda kendilerini, diğerlerine tanıtmış olmalarına rağmen, doğru şekilde hayal etmelerine izin verildi. Sonunda düşmanlarının olduğunu kabul etsinler ki, onlara barış teklifinde bulunsunlar.

Başka halkların arasına habersizce çıkmak, her şeyi ateşe vermek, bu halkları temel ve zaten kurulmuş bir barış adına sakinleştirmek amacıyla kılıç sallamak aynı şey değildir; aynı görev değildir, hatta aynı gerilim yaşanmaz... Bu, hoşgörüsüz fetihçilerin yerine kültürlerarası diyalog uzmanlarını getirmekle ilgili değil.

Diyalogdan kim bahsediyor? Kim hoşgörü ister? Hayır, daha doğrusu, galip gelenlerin yerini, kendileriyle karşılaşanların mantıksız varlıklar değil de düşmanlar olduğunu fark edebilen, savaşın sonucunun belirsiz olduğunu ve bu nedenle müzakerelerin gerekli ve ciddi düzeyde gerekli olabileceğini fark edebilen düşmanlar almalıdır.

Kültürlerarası diyalogda paylaşılan, dünyanın yüzde doksanı halihazırda ortak olsa ve tarafların dar görüşlü çekişmelerine son vermesini bekleyen evrensel bir hakem mevcut olsa da hazırlanmamız gereken müzakere yalnızca yüzde doksanı, yani Tanrı'yı, doğayı ve ruhları içeriyor.

Modernistler, güvenilir bir kaynaktan savaşın zaten kazanıldığını biliyorlardı, zira gerçek bir savaş yoktu, gerçeklik için bir savaş yoktu, yalnızca ilerlemenin kaçınılmaz ilerleyişi vardı.

Arkaik olanın açıklanamaz bir yeniden dirilişi olsa bile (nasıl kazanabildiler? açıklayabilir mi?) ve mantıksızlığın anlaşılmaz bir şekilde ortaya çıkışı (bunu nasıl anlayabildiler?) çoğu zaman onları uygarlığın yavaş ilerlemesinden umutsuzluğa düşürdü.

Modernizm halefinden farklıdır; ona ne ad vermeliyiz? "Modern olmayan" mı? 'İkinci modernlik' mi? gibi, mücadele artık ortak dünyanın yaratılması içindir ve sonuç henüz kesin olmamaktadır. Bu kadar. Bu her şeyi değiştirmeye yeter. Küreselleşmeye karşı barikatlar kuran, parçalanma ve parçalanmaya karşı mücadele eden herkes, kaybedebileceği bir savaşa girmenin ne demek olduğunu anlıyor. Bu iki küçücük terim, bu hızlı ve algılanamaz geçişi göstermektedir. Bir yanda Ulrich Beck'in çok etkili bir şekilde ortaya koyduğu ve dünyanın her yerinde birdenbire ortaya çıkan 'risk' motifi var. Bu, hayatın daha tehlikeli hale geldiği anlamına gelmiyor. Aksine, günlük yaşamda herkesin işlerin ters gidebileceği izlenimine kapıldığını gösteriyor. Örneğin, Galyalı atalarımın başlarının üzerine düşmesinden korktuğu gökyüzü, radikal iklim değişikliği şeklinde bir kez daha bizim ve çocuklarımızın başlarının üzerine düşebilir. Silbaştan! İlk temaslar yeniden kurulur. Bu, gezegenin risksiz yönetimi konusunda uygarlıkların yerini almaya çalıştıkları diğerleri; korkaklar, modernlik öncesi insanlar gibi artık dikkatli ve ihtiyatlı davranmamız gerektiği anlamına mı geliyor? Evet, kesinlikle… Her halükarda, bugün Batı toplumlarında tedbir ilkesinden daha yaygın olan pek bir konu yok. Bunun elbette davanın ertelenmesiyle hiçbir ilgisi yok… Bu sadece şimdiye dek bilim ve teknolojiyle ilişkilendirilen ve mutlak kesinlik ile karakterize edilen alanlara kaygılı ve ihtiyatlı yaklaşımların geri dönüşünü işaret ediyor. "Küreselleşme", "çözülme", ​​"risk", "önlem"… Bunlar, dünyadaki büyük değişim dalgasına, modernist dalganın geri çekilmesine işaret eden popüler, medya dostu ve çoğunlukla küçümsenen kelimelerden bazıları…