BU ismi ben verdim ona. Gerçek adının ne olduğunu bilmiyorum. Doğrusunu isterseniz sormadım, o da ismini bana bağışlamadı. Ancak bu muhabbetimize hiç mi hiç mâni olmadı.

BU ismi ben verdim ona.

Gerçek adının ne olduğunu bilmiyorum.

Doğrusunu isterseniz sormadım, o da ismini bana bağışlamadı. Ancak bu muhabbetimize hiç mi hiç mani olmadı.

Olamazdı da…

İsimden ve resimden öteye bakmaya niyet edip bunun gereğini yapmaya başladığınız zaman aklınız farklı çalışmaya başlıyor.

Ufkunuz ötelere doğru uzanmaya hevesleniyor.

Perdeye değil ardındakine odaklanıyor dikkatiniz.

Anlattıkları beni o kadar cezbedip kendine çekiyordu ki, tanışma faslı bunun yanında önemsiz kalıyordu.

Ayrıca şu da var.

İsmini bildiklerimizin gerçeğini ne kadar bilebiliyoruz ki?

Sûretini gördüklerimizin sîretine ne derece vakıf olabiliyoruz ki?

Yıllarca yol yürüyüp ekmeğimizi paylaştığımız nicelerini hiç mi hiç tanıyamadığımızı sonradan görmedik mi?

Kendimizi vefasızlığın can yakan derelerinde bulmadık mı?

Az mı dirsek yedik, az mı çelmelere geldik?

Demem o ki; isim bilmek kişiyi bilmek değil.

Fotoğraflarına aşina olmak hakikatine arif olmak anlamına gelmiyor.

Biraz daha derinlere doğru yol alırsak kendimizi bile kafi derecede tanıyamadığımızı müşahede etmiyor muyuz?

Doğru bildiğimiz yanlışların içinde debelenip dururken onlarca kalp bizim de davranışlarımızdan kırılmadı mı?

Yanımızdan yöremizden yaban düşmedi mi?

Meselenin esası işte burası…

Ne kendimizi hakkıyla tanıyabildik ne de başkalarını.

Bunun temel sebebi de isimde ve resimde kalışımız değil mi?

İSMİNİ hiç sormadım evet, o da bana sormadı.

Gerek duymadı.

O bana 'Nazarım' derdi ben ona 'İmanım' derdim.

Bu faslı hızlıca geçtiğimiz için odak noktalarımız ileriye yöneldi, hep daha ileriye.

Öteye, daha da öteye.

YAKTIĞI ateş etrafında oturmayı, sözü söze burada katmayı severdi.

Közün kıvılcımlarının etrafa saçılmasından haz alırdı.

Elindeki sopa ile sürekli ateşi karıştırıp dururdu.

Ateş söner, közün harı geçer ama o karıştırmayı hiç bırakmazdı.

Sürekli külleri karıştırıp dururdu.

Bir gün dayanamayıp sormuştum, 'İmanım bu ne şimdi?'

Duraksadı azıcık.

Sonra gözlerime bakarak 'Nazarım, yangında kaybettiklerimizi küllerde buluruz' dedi.

'KÜÇÜK şey yoktur' demek istemişti.

Ayrıntılar önemlidir.

İncelikli düşünmek gereklidir.

Hiçbir detay atlanmamalıdır.

Sonuçtan geriye doğru sebebe gitmek önemsemeyip atladıklarımızı görmemizi sağlar.

Yani doğru çıkarımlar sebep-sonuç ilişkisini sağlıklı tahlil etmekten geçer.

Hatalarımızı bu şekilde görebiliriz.

Kusurlarımızı tespit edip onlardan kendimizi ayrıştırmamız ancak böyle mümkün hale gelir.

İyiliklerimizi unutalım evet, ama yanlışlarımızı unutmamalıyız.

Yüzleşmeliyiz.

Bizi bu kabahate sürükleyen unsurları küllerin içinden bulup yanlışlarımızı tasfiye etmeliyiz.

Arınmalıyız.

YANGINDA kaybettiklerini küllerde arayan o adamı çok sevmiştim.

Anlatacaklarını kuru nasihatler yerine simgelerle ve davranışlar diliyle anlatması çok hoştu.

Düşünmeyi kolaylaştırıyordu.

Anlamayı da…

Gerisi zaten bize kalıyordu.

Kusurlarına saplanıp kalan değil, gönlünü çekip çıkaran salih kullardan olmak niyazıyla.

Ya Selam!