UZUN yıllar Kadıköy’de oturdum.

Gittiğim muhabbet ve musiki ortamlarında kendisine aşina olan dostlarım bu “İhsanı bol Üsküdar’ın Muhsin Babası”ndan sıkça bahsederlerdi.

Bunların başında Dudullu’daki işyerleri Birtaş’ın üst katında nice irfan ehlini misafir eden Ebuzziyafe Şevket Baba’nın evlatları gelirdi. Orada geçirdikleri zamanları tatlı tatlı anlatıp bitirdikten sonra “Sen Muhsin Baba’yı tanıdın değil mi?” diye sorarlardı. Hayır, tanımıyordum.

Daha doğrusu yüz yüze gelmeden, selamlaşıp iki kelam etmeden, diz çöküp muhabbetin külünü gönül göğünde savurmadan dostların yüreklerinden dillerine taşan muhabbetli anlatımlarından tanımaya başlamıştım.

ÜSKÜDARLI yıllarım başladı. Taşındım Kadıköy’den…

İşe bakın ki, Üsküdar’la asla sınırlanamayacak olan ama nedense bir isimlendirme olarak kalbimde hep “Üsküdar’ın İhsanı Bol Muhsin Babası” olarak tanımladığım Muhsin Baba taşındığım evin birkaç sokak aşağısında idi. Evvelinde zihnen ve kalben komşu olduğum Muhsin Baba ile artık bir mekân yakınlığımızda zuhur etmişti.

BİR RAMAZAN akşamıydı. Şevket Baba’nın Hakka vuslatının sanırım birinci seneyi devriyesiydi. Onun adına tekkenin bahçesinde iftar verilecekti. Davet edilmiştim, güzel bir fırsattı. Gittim.

Bahçe kalabalık, ortada hafiften bir kaos hali var. Tekkenin bulunduğu Selamsız mahallesinin sakinleri olan Roman kardeşlerimizin de yoğun bir ilgisi var.

Yer bulduk oturduk. Vakit geldi, ezan okundu ve iftar edildi.

Benim esas merakım kendisini sürekli dostlarımdan duyup uzaktan hayranlık duyguları geliştirdiğim Muhsin Baba’yı görmek ve onunla vicahen tanış olmak.

Ortamda etrafında pervane olunan, peşinden koşturulan, ellerde cep telefonları ile çekimi alayı vala ile yapılan, elini öpmek için birbirini ezme pahasına da olsa sıraya girilen, duasını almak, himmet istemek için yedi büklüm eğilip eziklenilen birini arıyorum ama nafile. Öyle biri yok.

Her halde yanlış istihbarat diyerek bir süre sessiz kalmış olsam da sonunda dayanamayıp arkadaşım Gülcihan Demirci’ye sordum: “Muhsin Baba neden yok?”

Hayretle yüzüme baktıktan sonra “Olmaz olur mu, işte bu” diyerek işaret ederek gösterdi.

Hayretler içinde kalmıştım.

Geldiğim andan itibaren hiç durmadan koşturan, mutfakla masalar arasında mekik dokuyan, servis yapıp çorbalar dağıtan, vakit gelince ezan okuyan, iftar sonrasında da dua eden kişi Safer Dal Hazretlerinin hulefâsından, Kösdendilli Ali Alâeddin Hazretlerinin türbedârı Muhsin Baba idi.

Kırk yıldır bu kapıda hep aynı anlayış ve gönül inceliği ile gayret edip koşturuyordu.

Kendisine hizmet ettiren olarak değil mahalleliye, gelen misafirlerine hizmet etmeyi görev saymış bir yüce gönüllü bir aziz idi. Demem o ki, gittik, tanış olduk ve sevdik.

SONRALARI haftanın bir bazen iki akşamı eski tekkesine gider oldum.

Bir gece devran bir gece de şimdi profesör o zaman doçent olan Ömer Türker Hoca ile tefsir okunuyor Muhsin Baba ise aralarda izah ediyordu.

Onun müezzinliğinde kılınan namazları asla unutamam. Bende Kâbe-i Muazzama’da namaz kılıyoruz hissiyatı uyandırırdı. Rahmetli eşim ve dostlarla da gittiğimiz oldu. Hatta vefatı sonrasında orada niyaz edilip ikramlarda bulunulmasına müsaade etmişti.

ÇARŞAMBA günü bir kez daha davete icabet ettik. Sefere çıkıyordu.

Daha doğrusu hep Safer’deydi ve yine onun yanına verdiği görevi bihakkın yerine getirmenin mutluluğuyla muştusunu vermeye Safer Efendiye sefere çıkıyordu.

Yolculuğu âli, menzili mübarek, durağı cennet olsun.

On yıl önceki bir yazımda kendisinden “Üsküdar’ın Sürprizleri” şeklinde bahsetmiştim. Dileyenler şuradan o yazıya da bakabilirler:

https://www.habername.com/yazi-uskudarin-surprizleri-ve-erenlerin-sefkati-10761.htm

ÜSKÜDAR’IN MUHSİN BABASINA herkes çok kolay ulaşabilirdi. Ankara’dan ve bazan başka yerlerden gelen misafirlerle bir taburede diz kırıp çay söylediğimizde daha sözün girişinde “Muhsin Babaya uğradık” derlerdi. Bizden evvel uğramış, dertleşmiş, müşkül sormuş ve hatta rüya anlatmış olurlardı.

Kendisine her meşrepten her anlayıştan ve belki de kimi zaman bu işlere muhalif bile olanlar protokolsüz, korumasız, aracı koymadan en kolay ulaşılabildikleri erenlerden biriydi. İnsanların nazını çeker, şımarmalarına da müsaade ederdi.

Muhsin Baba toplayan mürşitlerden değildi. Kesret belasına düşmemişlerdendi. Maddi varlığı çoğaltalım, ihvanı çoğaltalım, şanı şöhreti çoğaltalım, ne kadar çok insana fayda sağladığımızı herkese afişe edelim demek olan “Tekasür” illetine yakalanmayanlardandı.

O, dağıtan, paylaşan, bunu da göze sokmadan yapan “Mânâ cömerdi” bir Hakk yiğidiydi.

Musiki severdi. Tekkesinde geceler muhabbet ve musiki ile sabaha aydınlığı taşır dururdu.

Selamsızın en selamlısı idi. En çok selam vereni ve en çok selam alınanıydı.

Benim gözlemlerimden birisi de Muhsin Baba’nın “Küskünler Kapısı” oluşuydu.

Şeyhine, halifesine, annesine, babasına, eşine, çocuklarına, işine kısacası hayata küsenler giderlerdi.

En çok da kendine küsenler…  

Bir de şu var ki, ona küsenler yine ona döner onun engin gönlüne sığınır orada teselli bulurdu. Çünkü onun kalbi herkesin kendini bulduğu ve kendisine Fatiha’lar sunduğu türbesiydi. O da Köstendilli Ali Alâeddin Efendi Hazretlerinin türbedarlığını yaptığı gibi bu küskün kişilerinde türbesinin türbedarıydı.

Evet, Mürşid-i Aziz , Muhsin Tuğla el- Üsküdarî el-Cerrâhî Hazretleri kırk yıldır hizmet ettiği mahallenin tüm cıvıltısı, gürültüsü, koşturmacasını geride bırakarak sesli nöbetinin sessizlik kısmına geçti.

Biz onun imanına, ikrarına, aşkına ve şevkine şehadet ederiz.

Ve inanıyorum ki, tüm ihvanı ve muhibbanı kendisinden razıdır. Hakkta razı ola.

Ya Selam.