NE soru sormayı isterdim ne de sorulan. Bana bir şey sorulmaması için elimden gelenin fazlasını yapmak için her zaman gayret etmişimdir. Gittiğim ortamlarda en görünmez kuytuyu tercih ederdim.

NE soru sormayı isterdim ne de sorulan.

Bana bir şey sorulmaması için elimden gelenin fazlasını yapmak için her zaman gayret etmişimdir.

Gittiğim ortamlarda en görünmez kuytuyu tercih ederdim.

Halen bu tavrım devam eder.

Katıldığım toplantılarda ilk tercihim sonlardaki arka sıralardır.

Bir mecburiyet yoksa tercihim daima bu yöndedir.

O kadar ki, bir anma toplantısında sözün bana verileceğini anladığımda o mekanı gizlice sessizliğe bürünerek terk etmişliğim bile vakidir.

Bilen bilir.

'Tenha' kelimesini sevmem ve sıkça kullanmam o günlerin bana kalan tatlı bir mirasıdır.

ÖĞRENCİLİK yıllarımın mutat olan akşam sohbetlerinde veya bir başka talebe meclisine gidildiğinde en korktuğum an 'Hadi tanışalım, sünnettir' cümlesinin duyulduğu vakittir.

Bir yolunu bulup yine sıvışırdım.

Nedense bana bu çok ağır gelirdi.

Gurbete bir başına gelmiş, garip ve kimsesiz olmanın elbette bunda payı azımsanamaz.

Yanı sıra köy odasında sürekli soruya değil emre muhatap olarak hizmet için koşturmanın etkisi de büyüktür.

Bugünlerin kalıtım yoluyla karakterin aktarımı gibi bana nakledilen bir neticesi olarak samimiyet ilerlemeden kimseye nereden geldiğini, niçin bu ortamda bulunduğunu, ne iş yaptığını sormam.

Soramam.

Zira bana sorulmasından hoşlanmam.

ÇEKİNGENLİK hali diyebiliriz buna.

Belki de özgüven sorunudur, bilemem.

İçinde bulunduğum bu içe çekilmişlik durumum kırklı yaşlarıma kadar sürdü.

İçinden tam çıkabildim mi, emin değilim.

Tereddütsüz itiraf edebileceğim husus ise bu tavrın bana pek çok fırsatı kaçırtmış olmasıdır.

Halime agah olan bir arkadaşla bir sohbete gitmiştim yıllar evvel.

Soruların havada uçuştuğu bir ortamdı.

Bana yabancı geldi tabi.

Bereket versin ki, bir benzerim ön sırada oturuyordu. Herkes sorular çekmecesini açmış cevaplarını bile dinlemeye sabır göstermeyen kişilerin güvercin uçurur gibi ortaya sorularını saldığı yerde o kişi sessiz sedasız kendi derununa dalmış öylece duruyordu.

Sohbeti yöneten kişinin o sırada söylediği bir söz benim tutamağım oldu.

O cümle şuydu: 'Sorular büyütür bizi, esaslı sorular…'

Bu cümleden iki sonuç çıkardım.

Birincisi, hakikatli sorular sorun. Sizi büyütecek, inşa edecek, aklınıza şimşek çaktıracak, kalbinizi ihtizaza getirecek, kuyudan çıkaracak…

İkincisi ise sahiplenmediğiniz, size ait olmayan, sancısını çekmediğiniz, dert edinmediğiniz soruları sormayın.

SORULARIN kalitesi, soranın kalitesiyle eşdeğerdir.

Etiketidir.

Kimliğidir.

Istırap coğrafyasının haritasını sunar.

Hedeflerini açık eder, hülyalarının ipuçlarını ortaya koyar.

Ruh dünyasını, muhayyilesini, aklının işlerliğini, mantık örgüsünü gösterir.

Yani ne ile büyüdüğünü dolayısıyla neleri büyüttüğünü meydana serer.

Tüm bu bakımlardan sorular önemlidir.

Ve çoğu defa cevaptan ağırdır.

SORU vardır, kaliteyi güçlendirir.

Soru vardır, kişiyi meydanda savunmasız bırakır.

Soru vardır, ne dünyaya ne ukbaya taalluk eder.

Soru vardır, imanını tuzaklardan kurtarır.

Soru vardır, sohbeti başlatır, muhabbeti harlar.

Soru vardır, selamı sabahı, merhabayı sonlandırır.

Soru vardır, kişiyi yakından daha yakın kılar.

Soru vardır, uzağın da uzağına fırlatır.

Soru vardır, sevgiyi kanatlandırır.

Soru vardır, nefret kapılarını aralar.

Soru vardır, şükre götürür.

Soru vardır, inkar zehrini bağrında barındırır.

Demem o ki, pısırık olmayalım, çekinik durmayalım, geride kalmayalım, bizi büyüten doğru soruları vakti vaktine soralım.

Ama evvela kendimize.

Ya Selam!