Ülkemiz uzun yıllardır PKK terörüyle, son zamanlarda da bunun yanında FETÖ ve DEAŞ terörü ve güney sınırımızda kendini gösteren kuşatılma tehditleriyle boğuşuyor.

Ülkemiz uzun yıllardır PKK terörüyle, son zamanlarda da bunun yanında FETÖ ve DEAŞ terörü ve güney sınırımızda kendini gösteren kuşatılma tehditleriyle boğuşuyor.

Şimdiye kadarki süreçte bu tehditlere ve saldırılara karşı başarılı denilebilecek bir savunma ve saldırı stratejisi geliştirilebildiği söylenebilir. Bu başarılarda tabii ki savunma sanayiinde ve ekonomik yapıdaki güçlü atılımların etkisi büyük olmuştur.

Bunun yanında tehditlerin önceden öngörülebilmesinin ve milli reflekslere sahip hükümetlerin de bu başarıların alınmasında önemi yadsınamaz. Ancak bunlar açık ve klasik tehditler. Ve bu sebeple Karşı koyma stratejilerinin çabuk geliştirilebilmesi nispeten kolay olan tehditler. Sonuçta tespiti kolay, yapılması gerekenler yıllarca üzerinde çalışılmış, alışılmış saldırılar bunlar. Zaten her ülkenin savunma stratejileri bu tehditler öngörülerek oluşturuluyor.

Ancak daha sinsi, tespit edilmesi güç, özel yapılanma gerektiren ve savuşturulması zor ve uzun zaman isteyen tehditler de var günümüzde. Ve bu tehditler hiç de hafife alınmayacak kadar tehlikeliler üstelik.

Bedenimize ve ruhumuza yönelik sistematik, sinsi ve sürekli saldırılardan bahsediyorum. Bunlardan ilki uzun yıllardır üzerinde çalışılan ve sürekli geliştirilen Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) olarak bilinen ürünler. Çoğunlukla bir bitkinin genetik yapısının değiştirilmesi ve yeni türler ortaya çıkarmakta kullanılan bu teknoloji, gen aktarımı yoluyla bitkiye yeni özellikler eklenmesine de olanak vermektedir. Önceleri daha dayanıklı ve verimli ürünler elde ederek dünyadaki gıda yetersizliğini ortadan kaldırma amacıyla yapıldığı öne sürülen çalışmalar, ilerleyen süreçte büyük gıda şirketlerinin elinde başka amaçlarla da kullanılır hale geldi. Dünyadaki gıda yetersizliği halen artarak devam ettiğine göre bu teknolojinin başlangıçtaki amacıyla hiç ilgisinin kalmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.


Bu öyle bir tehlikedir ki, örneğin bir bitkiye kadınlarda gebeliği önleyecek antikor aktarımını sağlayan modifikasyon yapılabilmektedir. Ya da bir insanın hedeflenmiş hücrelerini bozabilecek ve onu daha kolay kansere yakalanabilecek hale getirmek için bitki üretimi yapılabilmesine imkan sağlamaktadır. Bunun yanında kısır tohum üretimi vasıtasıyla dünya gıda üretimini kendilerine bağımlı ve istedikleri düzeyde tutma imkanı da kazanmış durumdalar.

Bundan başka daha ne türlü imkanlar geliştirebildikleri konusunda ancak tahmin yürütebiliriz. Örneğin yiyecekler vasıtasıyla insanların hormonal yapılarıyla oynayabiliyorlar mı, vücut kimyalarını değiştirebiliyorlar mı, duygu ve düşünce dünyalarını etkileyebiliyorlar mı bilmiyoruz. Ama bunların hepsi olasılık dahilinde olan tahminler.

İkinci olarak kimyasallar vasıtasıyla sağlığımızla oynadıkları bir gerçek. Özellikle temizlik ve kozmetik ürünlerinin içerikleri tam bir kimyasal bomba niteliğinde. Temizlik ürünlerinde kullanılan bir çok kimyasalın kadınlarda kısırlığa ve kanser vakalarına yol açtığı bir çok uzman tarafından dile getiriliyor. Yol açtıkları alerjik etkiler de insan yaşamının kalitesini düşüren ve insanları sürekli olarak yine onların ürettikleri ilaçlara adeta bağımlı hale getiren türden. Bu saydıklarım biyolojik savaşın sadece iki önemli başlığı. Yazının başında saydığım tehditler ne kadar gerçekse bu tehdit de bir o kadar gerçek ve belki de daha tehlikeli.

Bu biyolojik savaşı çıkaranların hedefledikleri şey dünya nüfusunu olabildiğince azaltmak. Bunu klasik savaşlarla sağlamaya çalışırken bir yandan da bu yöntemle etkinliklerini arttırmaya çalışıyorlar.

Peki, bu tehditlere karşı savunma sistemimiz var mı? Devlet bu tehdide karşı bir strateji geliştiriyor mu? En azından insanları gerçeklerden haberdar edebilecek bir araştırma kurumuna sahip mi? Bu tür bir teröre karşı insanlara sunabileceği alternatif ürünler için bir stratejisi var mı? Bu yönde bir çalışma mevcut mu? Daha da önemlisi devletin böyle bir tehditten haberi var mı?