Yaklaşım Tarzımızı Değiştirmek…

Geleceğini yönetmek isteyen kişi ya da kuruluşların; geçmişe, bugüne ve geleceğe “yaklaşım tarzları” diğerlerinden farklı olmak zorundadır. Geçmişe yönelik ya da bugün süregelen ve bizi ilgilendiren olay, durum veya gelişmelere sadece bakar, izler ve geçip gidersek, sürü psikolojisi içerisinde hareket ediyoruz demektir. Böyle bir yaklaşıma sahip olanların ise olayları tahlil etme ve geleceklerini şekillendirme imkanı da doğal olarak ortadan kalkacaktır. Bu durumda, rüzgarın önündeki yaprak misali savrulup duracak; kendimizin veya başında bulunduğumuz kuruluşun gelecekle ilgili kontrolünü elimize almak asla mümkün olmayacaktır.

Oysa yaklaşım tarzımız, bizim dünyayı anlama, algılama ve biçimlendirme şeklimizi yansıtır. Bu bakımdan her olay ve durumu stratejik bakışla, stratejik düşünceyi hakim kılarak; başka bir ifadeyle “stratejik yaklaşım” tarzı ile değerlendirip, sonuçlar çıkarmamız gerekiyor. Sadece bakan veya izleyen değil aynı zamanda görebilen, analiz edebilen, gelebilecek tehlikeleri öngörebilen, fırsatları yakalayabilen bir “strateji uzmanı” olarak gelecekle ilgili stratejilerimizi belirleyebiliriz. Güçlü bir stratejist olmak için olaylara mutlaka “stratejik yaklaşmayı” öğrenmek, benimsemek ve uygulamak durumundayız.

Halk arasında, 1960’lı yılların Türkiye’sini eleştirel bir yaklaşımla anlatan meşhur bir hikaye vardır. Bir yabancı yetkili bizim çok güçlü ve gür akan nehirlerimizden birinin yanındaki köye gelir. Nehrin büyüklüğü ve gürlüğü karşısında şaşkınlıkla yetkililere sorar bunu nasıl değerlendiriyorsunuz diye… O günkü yetkililerden aldığı cevap “hiiç” şeklindedir. Bu cevap karşısında yabancı ziyaretçi bir müddet durur, düşünür ve şaşkınlıkla; “bu nehir akıyor, siz de böyle bakıyor…” der. Kim bilir, belki de “su akar, Türk bakar” sözü buradan çıkmıştır… Anlaşılıyor ki o tarihlerde bizim akarsulara yaklaşım tarzımızla bu yabancınınki aynı değil. Biz sadece bakıp izlerken, o stratejik bakışla aynı zamanda görüyor, stratejik düşünce ile değerlendiriyor, nasıl kullanılabileceği ile ilgili analizler yapıyor; diğer bir deyişle bu duruma stratejik yaklaşıyordu.

Bir ülke kalkınmak istiyorsa, onu kalkındıracak alanlara farklı bir gözle bakmak ve stratejik yaklaşım göstermek durumundadır. Misal ülkemizin ekonomik sürdürülebilirliği açısından yüksek teknoloji üretip, ihraç eder hale gelmekten ve bu doğrultuda sanayileşmekten başka bir seçeneğinin olmadığı aşikar. Bu yüzden sanayi ve teknoloji alanının, ülke için “stratejik alan” olarak kabul edilmesi ve bu alanı oluşturan bütün alt dallara da stratejik olarak yaklaşılması aklın gereğidir. Zira teknolojik gelişme ve sanayileşmenin, ülkemizin uluslararası rekabet gücünü arttıracak ve toplumun refahına katkı sağlayacak en önemli argümanlardan biri olduğu söylenebilir.

Öte yandan gelişmiş ülkelerin sömürge ülkelerine uyguladığı ve adına da “merkantilizm” denilen bir uygulama vardır. Bu çerçevede; sömürge ülkeler sadece hammadde üretmeli, asla sanayileşmemeli ve son mamul üretmeleri engellenmelidir. Bu ülkeler hammaddelerini gelişmiş ülkelere vermeli, gelişmiş ülkeler de bunları mamul haline getirip, çok yüksek fiyattan tekrar sömürge ülkelere satmalıdır. Sözde birçok ülkenin “sömürge” statüsünün kalkmış olmasına rağmen, sömürgeci devler tarafından formu değiştirilen merkantilizmin, öncekinden de ağır şekilde uygulanmaya devam edildiği görülmektedir.

Bu tanımlama, Türkiye için çok basit olan otomobil üretiminin uzun yıllar neden hayata geçirilemediğini, uçak yapımından neden vazgeçildiğini v.s. bir nebze açıklamaktadır. Diğer teknolojilerin üretilmesindeki sıkıntıların da aslında bu anlayıştan kaynakladığını söylemek mümkündür. Bu da ülkemizin, gelişmiş ülkeler tarafından hala üçüncü dünya ülkesi olarak görüldüğünü ve öyle de kalmasını istediklerini göstermektedir.

Konuyla ilgili güzel bir söz var; “şeytana kızmayı bırak, çünkü o işini yapıyor… Kızacaksan kendine kız, ben neden oyuna geliyorum diye...” Aynı şekilde sömürgeci ülkelere kızmak da anlamsız ve gereksiz. Çünkü bu ülkeler, menfaatleri gereği kendi üzerlerine ne düşüyorsa onu yapıyorlar… Burada sorulması gereken asıl soru şu; “bu ülkenin fertleri olarak biz, üzerimize düşeni gerçekten yapıyor muyuz?..” .

Bu bilgi, neden “teknoloji ve sanayi” alanına kesinlikle stratejik yaklaşmamız gerektiğini; enerjimizi cesaretle niçin bu alana yoğunlaştırmak gerektiğini anlatmaya yeterlidir. Son dönemde ülkemiz, üzerine örtülen ağır zırhı yırtmaya çalışmaktadır. Bu ülkenin her ferdi uyanıp kendine gelmeli, bu manadaki gayret ve gelişmelere sahip olduğu her şeyle destek vermelidir. Ölü uykusundan kurtularak bizi engelleyen duvarları paramparça etmeye ve her alanda bu günün değil, “geleceğin teknolojilerini” geliştirmeye odaklanmalıyız. Çünkü bu günün teknolojisini yakalamaya çalışmak, bizi “gelecekteki bu günde” her zaman dünün teknolojisinde bırakacaktır…