Kopardılar-2

Türkiye'de -çok değil- 50 sene önce yazılan kitaplar, çekilen filmler ve yapılan konuşmalar bile şu "öz Türkçecilik" belâsı ve "uydurma dil"in dik âlâsı yüzünden eski[til]miş hâldedir. Geçmişle köprüleri atmanın en kestirme yolu...

***

Bilen bilir: İstanbul Ansiklopedisi denince akla Reşad Ekrem Koçu gelir. (1958’de basılan bu eserin İstanbul için kıymetini de yine ehli bilir.)

Reşad Ekrem Koçu’nun gayretleri ile meydana gelen bu eserin her cildi –müellifin kendisi tarafından– muhtelif kişilere ithâf edilmiştir. “Âbidevî bir eser” olarak kabûl edilen İstanbul Ansiklopedisi’nin ilk cildini babasına ithâf eden Reşad Ekrem Koçu şöyle diyordu:

Bu cildi babam muharrir ve muallim Ekrem Reşad Bey merhumun adına ithaf ediyorum.”

***

Demek muharrir ve muallim” ha?.. Sonra şu “ithaf” ne oluyor? “Eski[tilen] Türkçe” bu...

Bu Türkçe diğer ciltlerin ithaf cümlelerinde de kendini gösterir. 2. cilt için “enîs-i ruhum ablam Hâlet Ekrem Koçu’nun aziz hâtıralarına ithaf ediyorum.” diyen Reşad Ekrem Koçu, diğer ciltleri ithâf ettiği kişileri tanıtırken de benzer kelimeler kullanır: “edib, necîb, kadîm, mâruf, talebe, velîni’met-i irfân, tevdî, tezyin, fazîlet, mihnet, timsal...”

Peki, bu ansiklopedinin ilk maddesi olan “ABA, ABACILAR”ın ilk cümlesini merâk ediyor musunuz?

Kaba ve kalın bir nevî yünlü kumaş ve bu kumaştan yapılan esvap; İstanbul’da bilhassa küçük esnaf ve ayak takımı ile dervişler, hâl ve vakti îcâbı çuha giyinmesi lâzım gelirken, yaradılışının dervişâne tevâzuunu fedâ edemiyen kimseler tarafından kullanılırdı...”

Aynı maddede Koçu, “aba”nın o günkü İstanbullular arasında nasıl bir yeri olduğunu anlatırken de şöyle der:

Kalın kumaş olan aba, İstanbul halkının sırtında bilhassa kışın görülürdü; ortalık soğumağa başlayınca; ‘Abaları sandıktan çıkarmalı’ denilirdi. Enderunlu Fâzıl: Bilinir kadr-i abâ mevsim-i bârân olsun, diyor. Servet sâhibi, kibar kimseler nazarında da aba giymek, yoksulluk alâmeti bilinirdi; Sümbülzâde Vehbi ‘Lûtfiye’sinde gençlere şöyle nasîhat ediyor:

Mal-i mevcûdu idüb mahv ü hebâ

Yakışır mı giyesin sonra abâ...”

***

Şimdi söyler misiniz: İstanbul’un târihi, kültürü, meslekleri, mekânları, insanları ve bütün hayâtını tatlı bir üslûpla anlatan, bin bir zahmet ve gayretle yazılan bu “âbidevî eser”i bugün kaç kişi anlayabilir? Hattâ şöyle sorayım: “Kaç kişi bu eserin kelimelerini doğru olarak telâffuz edebilir?..” (Bırakın lise ve üniversite talebelerini, Türkçe ve edebiyat hocaları arasında bile "yüzde bir"i bulmaz bu rakam...)

Burada Cemil Meriç’in bir tesbîtini daha hatırlayalım: “Yeni harflerin kabûlüne kadar her idâdî mêzunu Türk de Fuzûlî’yi, Bâkî’yi, Naîmâ’yı rahat anlardı...”

***

Bir ülkeyi ve milleti yenmenin en kestirme yolunun, târihleriyle olan irtibâtını kesmekten geçtiğini söyleyen Cumhurreîsimiz Recep Tayyip Erdoğan’ın bu tesbîti bizim için bir bedîhî-i ûlâ (isbâtına ihtiyaç duyulmayan, gün gibi âşikâr olan hakîkat) derecesindedir. Onun “Diliyoruz ki müfredâtımızı buna göre, yeniden düzenleyeceğiz ve anlı şanlı târihimizi kitaplarımıza bu şekilde geçeceğiz.” sözleri de inşallah sâdece bir dilek değil gerçek olur...

Geçmişle köprüleri atan müfredâta son, o köprüleri yeniden inşâ edecek müfredâta merhaba olsun...