Whatsapp Görsel 2024 02 28 Saat 12.05.04 4F3C6051

Akıl, duygu ve duygusallık konusunda aklıma takılan sorular vardı nicedir. Akla göre davranmak duyguları yok saymak ya da duygu eksenli yaşamak aklı arka plana atmak mıdır gibi suallerin peşinde dolanıp dururken Duyguların Mutfağı başlığını taşıyan bir atölyenin açıldığını gördüm.Tam sırası diyerek duygusal iletişim ve davranış becerileri üzerinde çalışan eğitmen Asya Esmeray ile bu konuları konuştuk. 

Duygu nedir, nasıl tarif edebiliriz?

-Duygu, yaygın kanıyla hisle karıştırılır. Günlük kullanımda his kelimesi nadir olasılıkla anlam bütünlüğünden dolayı duygu manasını doğurur. Duygu, manamızın çok farklı bir yerinde durur. Vücudumuzun duyarlılığından yani histen çok daha fazlasıdır. Bu yüzden his olgusunu, duygunun bir parçası veya tenimizdeki bir yansıması gibi düşünebiliriz. Demek istiyorum ki duygu, ruh denen yücelik kısmımızla en önemlisi de bilgi ve düşünceyle bütünleşmemizden oluşuyor. Burası duygunun tanımından çok değeri açısından önemli bir ayıraç. Duygu, anda yaşanan ve geçici bir şey değil. Farsça peygam kelimesi, duygu kelimesinin sözlükteki anlam köklerinden biridir. Peygam Farsça’da haber demek. Duygu, yüzeysel bir tanımıyla vücudun değil, ruhun duyduklarından oluşur. Duyguyu da his gibi vücut taşır. Fakat duygu, yerleşik mana bütünlüğümüzün bir parçasıdır. Meselâ vakar, bir duygudur. Oysa dik durduğumuzda hissettiğimiz şeyle arasında ne kadar uzak bir mesafe var. 

Duygu ile duygusallık arasında da fark etmediğimiz bir ayrım var mı?

-Duygulu olmakla duygusal olmak da ayrı ayrı şeylerdir. Duygu, bilgi değiştiğinde değişebilen sıra dışı dönüşümsel bir değerliliğimizdir. Canlılığımızın temeli nefes olduğu için ruhumuzun sınırsız ve sonsuz anlam yakarışı var ve bunlar duygu kanadımızla gelişir. Kalbimiz ne denli zenginse, o oranda farklı duygu taşırız. Bizi özel yapan duygularımızı tek tek ve yerli yerinde varlık sahnesine çağırmayı bilmeliyiz. Aldığımız her nefesle çoğalması gereken bilincimizi duygudan yana bilgilendirip, yöntemli bir kontrolle beslemekten bahsediyorum. Duygularımızı sırasıyla çağıran, elimiz kolumuz gibi kullanan biziz. Ve fakat duygusallık, bu hazine değerindeki kalp doğamızı yerinde bir tabirle hiç bakılmamış bir toprak yığını gibi yabanıl bırakmaktır. Duygusallık, biraz da duyguları tanımaktan onları yaşamaktan çok bir bütün yığın halinde içimizde yığılı bekletmek gibidir. Burası ilk bakışta tembellik gibi gözüküyor. İnsanın yetkinliğinin farkında olmayışı ve etkisinden korkması, bir şekilde duygularını sindirerek kapalı bir havuzda onları bekletmesi gibidir. Duygusallık, dilin tutukluğu gibi duygu tutukluğudur.
 
Duygu ile akıl birbirlerine rakip midirler?

-Bu çok güzel bir soru. Güzelliği, siz eğer bir bilgiye, bir soruya atfediyorsanız; bana göre, o zaman güzel soru, ezber bozan bir şeydir.  Böyle  bir soru üzerinde düşünmemiş olsak da cevap, hayatın içinde doğal olarak veriliyor. Rakip olmak için ayrı kulvarlarda koşmak gereklidir. Ne yazık ki, duygu akıl sayesinde ortaya çıktığı; akıl da duygu sayesinde geliştiği halde sahada ikisi yarış halinde ve rakipler. Kıyasıya bir parçalanmışlığımız var. Ya duygularımız olmayacak ki biz akıllı sayılacağız. Ya da duygularının farkında bir bireysek ve bunları da çevremize aktarabiliyorsak; aynı zamanda akıllı olmamız toplumun yaygın kanısına göre mümkün değil. Benim bu konudaki en büyük farkındalığım, en akıllı insanın duygularının farkında olan insan olduğu. Farkında ve kontrol ediyorsa; özellikle saklayabiliyorsa, asıl o akıllı davranıyor. Duygularını yok sayan, onları görmezden gelen veya bastırarak yaşayan insanlar, savundukları aklın eksik olduğunu aslında hayatı yaşamadıkları, kıyısında bir yerde baktıkları  için göremiyorlar.

Akıl üzerinde sanki biraz daha düşünmemiz gerekiyor gibi, ne dersiniz?

-Evet. Akıl, bir yaşanmışlıklar manzumesidir. Akıl, tecrübeden başka nedir ki? Akıl, zekanın düşünceyi ve duyguyu yerli yerinde kullanan bir özgün kurgusundan başka bir şey değildir ki. Bu yüzden çocuklar, çocukluklarının saf doğasında çoğunlukla ne duygusal, ne de akıllıdır. Patır patır sayıp döken, kazanç düşünmeyen içten bir haldedirler. Duygularını, düşündüklerini kaydırmadan, takla attırıp, ters köşe yapmadan, olduğu gibi içtenlikle yaşar ve paylaşırlar. Çocuk oldukları için yakın uzak çevrede onların bu sözlerini, işlerini yargılamaz. Beni bir pazar sabahı annemler kahvaltıya bir şeyler almak için yaşadığımız  üniversite kampüsünün içindeki kantine yollamışlardı. Oturduğumuz lojmanın kapısına gelince kocaman bir köpekle karşılaşıp korkmuşum. Belki de altı yaşımdaki boyuma göre o kadar kocaman göründü bana. Babamda balkona çıkıp, beni cesaretlendirmek istemiş. Sanırım onlar benim tek başıma bunu başarmamı istediler o sabah.  Tepkimi anlatıp, uzun süre güldüler, böylece bende unutmadım. Bağırarak verdiğim cevap şu olmuş: Ama baba köpek senin kadar, nasıl korkmayayım? Şimdi olsa, bu benzetişimi söyleyemem. Belki onlarda gülmez. Rahmetli  babamı bulamam da o ayrı. 

Aklınız saygı duygusuyla gelişmiş diyebilir miyiz buna?

- Büyürken ve yaşarken öğrendiklerimiz sayesinde zekamız çıplak ve savunmasız kalmıyor, biz aklı sonradan zekamızın ölçüsü ne ise o ölçüde ölçüp biçip ona giydiriyoruz. Ve taşıdığımız duygular bu akıl denen giysimizin kumaşı aslında. 

İnsan görerek, duyarak, bilerek zamanla akıllanmaz mı?  

-Sevgi, en gerçek duygumuz. Pek çok duygumuzun annesi niteliğindeki sevgi duygusu, muhatabının aklını, derin katta zekasını onarıyor, çoğaltıyor. Bugün bu bilimsel bir gerçeklik. Sorunun en başına dönersek, ne yazık ki elele sırt sırta vermiş duygu ve akıl, hem aynı vücutta hem de toplumda birbirine rakip iki güç gibi algılanıyor. 

Duygusal bir millet olmamıza rağmen duygu ve düşüncelerimizi genellikle birbirinden ayıramayışımızı neye bağlıyorsunuz? 

-Değmeyin yarama. Duygusallığımız bir yara halinde çünkü. Pek çok farklı duygunun ortaya karışık bir hali bu duygusallık. Öyle olunca kadınlarımız, bilgelikten uzak kırılgan ya da baygın gözlerle bakan durağan bir haldeler, üstelik sürekli bu durumda yaşıyorlar. Erkeklerimiz centilmenlikten, güven verici olmaktan uzak kırıcı ve ürkütücü gözlerle bir ömür aynı tuhaf  yumağı tavır diye süründürüyorlar. Konu ne olursa olsun, dirilik ve dinginlik birlikte çalışmazsa o birey, davranamaz yani davranış gelişimi gösteremez. Pasif kalır. Aykırı kalır. Tepkisel kalır. Tepki, içgüdüsel bir şey. İçgüdüleriyle güttüğü bir hayatı, kalbinden ilham almadan ve akıl yürütmeden yaşamak demek ki; yara demek sanki hafif kaldı. Oysa bilgi ve bilgiden doğan düşünceyle diri, duygu ve tecrübe etmekle dingin olabilecek davranışlarımız bizi insan yapmaz mı? Bu ikisi arasında uçurum kadar bir mesafe var. Halbuki nerede bireysel değerlerimizi ve prensiplerimizi oluşturan tavırlar.. Nerede düşünce? Nerede duygu? Biz doğunun merhamet, diğergamlık, cömertlik gibi tevazu gibi duygu kanatlarını taşıyan bir milletiz. Doğulu bilim insanlarına bakın, en kıymetli çıkarımlarını, eserlerini etiketlememişler. Sahiplenmemişler. Bunlar, insanlığın tamamının demişler. Biz batının üslup, nezaket,  fiziki üstünlük sahibi olma gibi, sorumluluk ve ciddiyet gibi duygu kanatlarını da taşıyoruz. Sıradışı bir zenginliğe sahibiz. Ne sadece doğulu gibi ne de sadece batılı gibi düşünmeyerek üzerimize yığılan duygusallık toprağını ivedilikle silkelemeliyiz.  Farkına varıp yeşerteceğimiz özgün duygularımızla bunu aşmayı hak eden bir toplumuz ve ancak öyle başarılı, evrensel anlama faydalı ve katkılı olabiliriz.

Biz millet olarak hem akıl hem duyguyu birlikte mi taşıyoruz?

-Evet. İkisine de mensubuz. Rasyonalitesiyle öne çıkan Avrupa ve gerçeklikleri mana  kökleriyle buluşturan Asya’yı birlikte taşıyoruz. Toprak, insanın hammaddesidir. Lütuf üzerine lütuf olarak bereketli denizlerle de çevriliyiz ve onlarla sulanan bu topraklarda o suyun ve toprağın huyunu birlikte alıyoruz. Katı değiliz, fakat sorumsuz ve verimsiz de değiliz. Meyve veriyoruz. Eserlerimizi, başarılarımızı kastediyorum. Salt doğu düşüncesinden de salt batı düşüncesinden de özgürleşerek özgün olmak bizim kaderimiz. Hem doğunun duygu kanadı hem de batının düşünce yapısı verilmiş bu millete. Duygu ve düşüncelerimizi tanımadan ayıramayız ki. Üstelik hepsini aşmalıyız, duyguyu da, düşünceyi de. Onlara rağmen medeniyet neyi gerektiriyorsa, ona göre davranış sergilemek asıl başarı. Duygularımızın altında duygusal kalmamalı, onlara rağmen yüksek bir vizyonla düşünmeli ve düşüncelerimizden de davranışlara dönüşerek üstün tavırlar sergilemeliyiz. Anlamsız kalıyoruz böyle olunca. Amaçlarımızın doğru oluyor ama içi boşalıyor.

Duyguların Mutfağı atölyesi adını verdiğiniz farkındalık eğitimleriniz, duyguyu hangi bağlamda ele alıyor, mutfağın işlevi nelerdir?

 - Duygusal bir cevap versem şimdi, anne olduğum için, iyilik bağlamında der, gönül ve sevgiyle cümleyi süslerdim. Fakat bilim öyle değil. İhtiyaç ve gereklilik üzerine inşa ediliyor akademik düşünce. Duyguların Mutfağına girme fikri bende duygusal zeka ve önemine ilgi ve meylim doğrultusunda gelişti. Duygusal zekamız, bizim geliştirilebilir zekamızdır. Duyguyu, bireysel  davranışlarımızın niteliği ve özgün oluşumuzun yapıtaşı olarak ele alıyor çalışmam. Dolayısıyla, atölyenin malzemesi insan. Pişicek olan da insan. Tadına bakıcak da yine insan. Tamamen kendi üzerimizde bir farkındalık çalışması. Bozulan demek istemiyorum, sığlaşan ve körleşen kalbimizi masaya yatıyoruz. Neştersiz, kanamasız. Kalbimizle aramıza koyduğumuz mesafeyi ve kalbimizden yön alan yolumuzu yordamımızı inceliyoruz. Hayatın içinde, bilimsel argümanlarla, edebiyatla, felsefe ve sanatla duygularımızı bilmeye, tanımaya çalışıyoruz ve onları başarıya çıkan yolda nasıl değerlendireceğiz, neyle ölçeklendirip, nasıl kontrol altına alacağız? Buna beraber çabalıyoruz.  

 Duyguların Mutfağında olumlu ve olumsuz duygular farklı işlemlere mi tabi tutuluyor?

 - Bu soru da can alıcı. Aslında pek çok kaynağa göre olumsuz duygumuz olup olmadığı tartışılıyor. Ve fakat olumsuz düşüncelerimizin olduğu kanısında insanlık tarihi her açıdan hemfikir. Kısaca ifade etmem gerekirse; özümüzde olumsuz duygu barındırmıyoruz. Öfke mesela, içimizi ele veren bir duygu. Bizden salt duygu olarak çıkışı sırf kendi üzerimizde kaldığında tepkimeye girmediğinde olumsuz değil. Birisinin size öfkelenmesi başka bir şey, o insanın size tokat atması başka bir şey. Ya da yaptığınız şeyin yanlış olduğunu haykırması başka bir şey. Öfke anından adil bir davranış doğabilir, buradan idrak doğabilir, buradan özgür irade doğabilir. Yine buradan haksızlık doğabilir, şiddet doğabilir, baskı ve engel de doğabilir. Olumsuz bir düşüncemiz varsa, öfke olumsuz bir duyguya ve davranışa dönüşüyor. Alt çekmecesinde korku var. Kaybetme korkumuz, mesela. Ya da bambaşka duygular var. Yüze vuran duygumuz, çok katmanlı bir duygu yapısının en dışına taşan ya da gözüken kabuk duygu kısmı olabiliyor. Çünkü ana duygularımız var, ara duygularımız var. Bir trilyona yakın hücremizi bizden haberdar eden beyin denen santralden binlerce düşünce geçiyor. Eğer düşüncemiz olumsuzsa, duygumuz olumlu da olsa saf dışı kalabiliyor ve olumsuz davranışa geçiyoruz. Düşüncemiz olumluysa, adil tarafta kalıyoruz. Belki de büyük harflerle yazılacak tek bilimsel farkındalık, bir düşüncenin ve ona bağlı duygunun olumsuz olması, içeriğinde sevgi barındırmayan bir düşünce ve duygu olması. 

 Atölyenizde duygu ve değer ilişkisi nasıl kuruluyor?

 - Duygudan gerçek, ölçülemez nicelikte sonsuz sayısız değer üretmiş insanlık. Ve belki de en güzelleri henüz söylenmedi, yazılmadı, bestelenmedi, çizilmedi, oynanmadı. Bilimi de merak duygusuyla üretiyor. Bütün gerçekliğimizin temelinde iki ana duygumuzdan doğan değerler üretiyoruz ümit ve korku. Dünya durdukça en kötü günlerinde bile ümit etmeye ve en iyi zamanlarında dahi korkmaya devam edeceğiz. Bu iki temel duygumuz insana, dünyaya fayda üretmeli. Duyguların Mutfağı, ümit ve korku arasında bireysel dengemizi bulmayı tavsiye ediyor. Bu da bizim mantık rezervimiz. Her şey hesap üzerine. Duygularımız da matematiğe dökülünce nota oluyor, dize oluyor. Yönteme bağlandığımızda ancak o zaman duygularımız erdeme dönüşüyor. Mesela merhamet bir duygudur, onu muhatabına belli etmeden yardım etmekse bir erdemdir. Bunun yordamı böyle. Aynı duygu durumunda olan insanlar, birbirlerine merhamet duyamazlar. Bu yüzden merhamet duymak, üst konumun, üst bakışıdır daima. Merhamet duyacak aşamaya gelmek önemli. Siz kendinizde olmayan hiç bir değeri, bir başkasına veremezsiniz. Ve şefkat, merhamet duygusundan doğan bir sevgi yöntemidir diyebiliriz aslında. Şefkat, acıma hissini karşı tarafa geçirmeden sevgiden dolayı kuralcı davranmanızdır. Şefkatli bir anne, şefkatli bir öğretmen, yapılması gereken doğrular ve kurallar konusunda tavizsizdir. Bunu sağlayacak tavrı, sesi, tarzıysa adalet ve sevgi yüklüdür. Bu yoksa korunan değer de yoktur. Manamızı metafiziğimizi koruyan insanlar etrafımızda, dünyada en hakperest ve adil olanlardır. İçi boş bir sevgiyle, içi boş aman rahat olalım, kuralları gevşetsinler  hoşkörlüğüyle ne başarı, ne saygınlık ne de Hak katında geçerli bir amelden, evrensel yaklaşımla  erdemden konuşamayız. Ya da sadece konuşuruz. Sevgi de hakla, adaletle gerçek sevgi olur.  Duyguları tanıyıp bilerek ayırt edemezseniz değer üretemezsiniz. Takdir etmek, onaylamak anlamında tasvip etmek ve eleştirebilmek de bir değer üretmenizdir. Size bu bağlamda çok şefkatli davranmış birini yıllarca göremez ve beni hiç sevmiyor diyebilirsiniz. Yıllar sonra zaman doğrular onların üzerimizdeki hakkını. Fakat ilkeli olmak, bize yansıtıldığında yaşarken acımasızlık gibi geliyor. Halbuki tam tersi. Kalp ters açıyla kırılıyor, ışık yer değiştiriyor. 

Kişinin becerilerinin gelişmesi ne oranda duygularını tanımasına bağlı peki?

-Gözlem yapmak çok önemli. İnsanın korkmadan arzularını, meraklarını kendi kendisine sorması.                   Duygularını içine kapanık, bulanık bir yapıda okuyamayan insan roman yazabilir mi? Şiir yazabilir mi? Resim yapabilir mi? Bütün anlayışların öncesinde insanın kendini anlaması saklıdır. İnsana insanı insanla anlatan tiyatro da enstrüman kullanan müzik de duyguları tanımak ve onları işlemek üzere. Sanatın her dalı, bunaldığımız dünyayı genişletip, ferahlatıyor. Ve duygularımızı, duyarlılığımızı genişletiyor. Ve bunu bizi kırmadan yapıyor. Bir başkası üzerinden hikaye anlatıyor mesela. Doğrudan sen böylesin, eksiksin, demeden. Kalbinin ilhamlarını dikkate almak, yeteneklerimizi keşfetmenin ilk adımıdır. Konuşma da öyle. Hiç duygusuz biriyle yapılan konuşmaya muhabbet denildiğini duydunuz mu? Ya da konusunu işini sevmeyen bir anlatıcının size o fikri sevdirdiğini?  

Atölyeniz için kısa vadeli sevgileri uzun vadeli sevgilere dönüştürüyor diyebilir miyiz?

-Bu bir iddia olur. Fakat sevgi sırf bir duygudan ibaret kalsaydı, insan sevdiği birisine sadakat sözü verir miydi? İçinde karar var, yargı var. Emek var. Bir sevginin gerçekleşmesi için o duygunun eyleme dönüşmesi gerekli. Demek ki duygular davranışlara, dolayısıyla erdem ve becerilere dönüşmezse ya değersiz ve tutuklu kalır ya da silinip gider.  En zor ve en kıymetli olan kalıcı olanı hedeflemek elbette. Yücelik gerektiren sevginin kalıcı olması sadakatle, emek ve özveriyle mümkün. 

Bu çalışmaların alt yapısında kadim bilgelikler de yer alıyor mu?

-Kadim bilgelikler olmaz mı? İnsanın ustalaştığı çok fazla saha var. Bilgelik, insan olmada ustalaşmaktan, hayatın içindeki başarıdan başka bir şey değil. Yoksa neden bilgili olalım insan kalamayacaksak? Böyle eğitimler vermeye yolumu çıkaran sorulardan biri de kendi içimde sürekli baş gösteren bu sorudur.   Duyguların Mutfağına giren katılımcıların ilk yapacağı şey, dinlemeyi öğrenmek. Kendi duygu ve düşüncelerini dinlemekle başlıyor bilgelik. Kendini bilen kişi de olmak istediği sahada en iyi oluyor. Savrulmuyor, sömürülmüyor, amacından kaydıramıyor onu hiç bir şey. Özgüven öğrenilir bir şeydir. Özsaygı yine öyle. Gözümüz, saçımız gibi karşılıksız verilmemiş. Kadim bilgeliklerden insan kendini öğreniyor. Duygusal esneklik rezilyans diye çok yeni bir kavram var. Bu kavram, ortak bir referansımız oldu. İnsanlık için çok yeni. Bir mercekle bakabildik; birçok tanımsız, tuhaf veya olağanüstü yücelik sandığımız tavrımızı  bize açıkladı. Rezilyans diye bir kavramla bize ait bilgiler toplanıp tanımlanmadan önce insanlığın ilk gününden bu yana aynı duygusal esnekliği yaşamıyor muyduk?  Klasik edebiyat bundaki pozitifliği adını koymadan işliyordu, biz duyunca görünce ne diyorduk? Fedakâr, evliya gibi insan, sabırlı. Oysa hiç biri değil. Kadim bilgelikte bunun karşılığı kerim olmak. Bir insanın kendi içine veya karşısındaki insan için kendine ait bir duyguyu bağışlaması. Kerim olmanın mal, mülk cömertliğinden çok daha fazlası olduğunu fark ettiğimde bu tanım üzerine fazlaca eğilmiştim. Kerim bir kişi, duygu bağışlar. Kendi duygusunu da bağışlar. İnsanı sınırlamak diye düşünüyorum kadim bilgiden ayırmak. Bilgi yücedir. Onu yüce yapan kadim veya modern oluşu değil, insanı yüceltip yüceltmediğidir. Özgürleştirip, özgürleştirmediğidir. Üstelik bir üslup meselesinden başka bir şey değil bu çoğu yerde. Otosansür diyince self kontrol diyince modern, murakabe deyince aynı irade kadim. Tek taraflı düşünce, bana göre karanlıktan da aldatıcı. Aydın insan da nur gibi, güneş gibi ne bilgi ne de insan seçer. Tüm insanlıktan bilgi ve fayda alır. Bilgi ve faydasını yine tüm insanlıkla paylaşır.  

Öğretilerinizde bağışlama da bir değer olarak yer alacak mı?

- Elbette. Bakın sordunuz yer aldı bile. Affedebilmek, insan oluşumuzun temeli. Hatasından mahçup olan birine seni affediyorum demek bile kibre yakın bir ifade olarak kalıyor benim kulaklarımda. Kibir duygusu, mücadele edeceğimiz öncül bir insanlık engelimiz. Hayatın içinde hatasız olmamız olanaksız. Mesela, inançlı  bir insanın, günde defalarca affedilmek için dua etmesi ve hata ve günahları başkasında gördüğünde onu affedememesi nasıl akıl almaz bir ironi öyle değil mi? Bütün katı yürekli umursamamazlıkların ve kinci tutumların temelinde kibir kokan bir ruh olabileceğini düşünüyorum. Yine çok iyi eğitim almışsanız okumayı tercih etmeyen birini bu bilincinden dolayı affedememeniz. Onu irdelemeniz. Affedebilen insan içinde vicdanın doğru ve bilinçli bir ayırımı söz konusu. Bağışlama duygusunda da yine duygu kontrolü. Bir başkasına karşı işlenen suçu biz affedemeyiz bu çok önemli bir ayıraç! Sırf bizi bağlayan bir haksızlığı veya yanlışı da bağışlamamız için karşı taraf bunun bir yanlış olduğunu itiraf etmeli, yani farkında olması gerekli. Aksi halde biz bir yanlışı ve haksızlığı affetmiş olmayız, bir doğruyu, bize yapılanı hak ettiğimizi ilan etmiş oluruz. Bu değer olmaz, değersizlik olur. Bağışlamanın bizi değerli yaptığı durumlar, karşı tarafı dönüştürecek bir niyetin ve bunun somut izlerinin olduğu tutumlardır.

Duyguların Mutfağı’nı tek bir şey cümleyle anlatmanızı istesek son olarak ne dersiniz bize?
Duyguların Mutfağı, anlayışımızın sırlarını keşfetme çabasıdır.


ASYA ESMERAY DAHARLI KİMDİR?

Eğitimini Atatürk Üniversitesi Mühendislik Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümünde tamamladıktan sonra Hidrolik Yapılar kürsüsünde yüksek öğrenime devam ettim ve öğretim görevlisi olarak atandı. 1994-1997 yılları arasında İnşaat Kürsüsünde Öğretim görevlisi olarak bulundu. İki kız evladımı büyütmek gereğiyle bir süre akademik çalışmalarından ayrıldı. Daha sonra akademik bilincinin devamına 2014 yılından sonra Üsküdar Ü. Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsüyle tekrar döndü. Mevlana ve İbni Arabi yorumu üzerine yüksek lisans tezini tamamlamak üzere. Mimar Sinan Ü. Tiyatro Bölümü hocalarından iletişim dersleri aldı. 2019 yılından itibaren bilgeliğin çağdaş yorumları, farkındalık, özgünlük ve zihinsel tasarım geliştirmeye yönelik eğitimler vermeye başladı. Her meslek grubundan katılımcıya irfanda dil becerileri, adab-ı muaşeret, anlamlılık, farkındalık zihin ve gönül inşası üzere konuşmak için davet edildi. İyi derecede İngilizce bilmekte. Kendine ait “Asya’nın Tasavvufu” bilgi platformu adı altında eğitsel video ve görsel içerikler üretmekte ve bilim sanat ve edebiyatın ortak sunumlarını yapmakta. Mühendislik alanındaki tasarım projelerini özel aile şirketinde sürdürmekte. Binicilik ve kayak sporu yapmakta. İç mekan tasarımları, çelik yapılar ve baraj yapıları ilgi alanlarıdır. 
Zzzzz

https://www.youtube.com/@AsyaEsmeray 
[email protected]