SAÇLARI bembeyazdı. Omuzlarının üzerinden serbest salmış, rüzgârın dalgalandırmasına fırsat tanımak istemişti. Yaşının verdiği rahatlıkla olsa gerek kıyafeti de aynı şekilde salaş bir görünüm arz ediyordu.

SAÇLARI bembeyazdı.

Omuzlarının üzerinden serbest salmış, rüzgarın dalgalandırmasına fırsat tanımak istemişti.

Yaşının verdiği rahatlıkla olsa gerek kıyafeti de aynı şekilde salaş bir görünüm arz ediyordu.

Elinde gövdesi Hindistan cevizi kabuğundan yapılan bir Rebap vardı.

Rebap; İran, Arabistan, Hindistan, Pakistan, Afganistan, Kuzey Afrika ve ülkemizde kullanılan sesini benim de çok sevdiğim mızrapla ya da yayla icra edilen harika bir saz.

Onunla yarenlik ediyordu.

Çevreyle sanki hiç irtibatı yoktu, tüm dikkatini ona vermişti.

Çıkan seste bir ahenk görmediğim için 'Efendim, teli kopuk sanırım' dedim.

Duymamış gibi davrandığından sualimi yineledim.

Başını yavaşça bana çevirip gözlerine yüklediği muhteşem merhametiyle cevapladı.

'Hangimizin teli kopuk değil ki, imanım!'

Muhabbet kopan tellerimiz üzerine devam edip derinleşti.

Bir tek tel konusu üzerinden neredeyse hayatın tüm alanlarına serbest dalışlar gerçekleştirdik. Söz yumağı açıldıkça açıldı, kelimeler savruldukça savruldu.

İtiraf etmeliyim ki, esas savrulan ben olmuştum.

Benliğim hallacın pamuğu savurması gibi savrulmuştu.

Aramızda dolaşan bu nevi halk irfanının sırlanmış erleri zihnimizde daha evvel hiç açılmamış kapıları kolaylıkla aralayabiliyorlar.

Direnmemek yeterli bunun için.

Yanlışta ısrar etmemek ve günün bu muhteşem hikmet kıvılcımlarına aklını ve kalbini açık tutmak kafi.

Benim kendimce bulduğum yöntem bu tarz kişilerle karşılaştığım vakit set olmamak, iki de bir sözü kesmemek ve onların akışına tabi olmaktır.

İki kelam da ben edeyim hoyratlığına düşmemektir.

Aralarda anladığınızı gösteren kısa birkaç soru yeter de artar bile.

'Sen bana benim CAHD yaptığımı hatırlattın' dedi sözünü sürdürerek.

Anlayamadığım için 'Af buyurun efendim' dedim devam etti.

'Aslında yarenim rebabın telleri kopuk, bu doğru. Ancak ben inat ve ısrarla onun tellerinin kopuk olmadığına kendimi inandırıyorum.'

'CEHD demek isteniz herhalde?'

'Hayır. CAHD başka CEHD başka' diyerek tatlı bir göz kırpması ile yanımdan kalkıp gözden kaybolarak kayıplara karıştı.

HİÇ duymamıştım bu kelimeyi.

'CAHD başka CEHD başka' imiş. Aceleyle kalkıp eve geldim ve konu üzerinde araştırma yapmaya başladım.

CAHD; bildiği halde kabullenmeyerek inkar etmek manasına geliyormuş.

Doğruluğu kesin bilgiye dayanan ve kalben tasdik edilen yani kabullenilen bir hususun, hükmün, yanlış olduğunun ileri sürüldüğü bir gaflet hali…

Bile bile lades durumu.

Gerçeğe karşı kasten geliştirilmiş, tercih edilmiş bir karşı tutum.

Yanlışı doğru gösterme faaliyeti.

Aklın ve duyuların onayladığı, realiteye uygun bir bilginin aksine olan hükmü savunma gayretkeşliği…

Bir nevi üstünü örtme, inkar etme çılgınlığı…

Şu farkı da gözden kaçırmamalıyız ki, inkar genellikle cehaletin ürünüyken CAHD bilerek inat etmenin bir sonucu.

SONRAKİ günlerde bir kez daha karşılaştık.

Kırk yıllık ahbap gibi davrandı ve sımsıkı sarıldı. Bu dostluğa kabul edilmişlik anlamı taşıdığı için çok mutlu oldum.

'CAHD başka CEHD başka değil mi?' dedi kulağıma eğilip sessizce.

'Evet, efendim başkaymış.' dedim.

Arkasından sohbet kazanı yine kaynayıp taştı. Yedi iklim dört bucak dolaştı.

Veda ederken yine yakıcı bir soru bıraktı kalbime.

'Hiç Kur'an-ı Kerim okuyor musun?'

İÇİM yandı.

Elbette okuyordum. Emir gereği her gün okuyordum.

Peki, bu nice okumak ki; yüce kitabımızda on iki yerde geçen ve hayatımızı belirleyici bir muhtevaya sahip olan bu kavramı kaçırmıştım?

Demek ki, bu okuma, okumak değil.

Bu bilmeler, bilmek değil.

FAHR-İ KÂİNAT EFENDİMİZ tebliğine başladığında Peygamberin gelişini bekleyen ve alametlerini bilen Ehl-i Kitap yani kitapta uzmanlaşanlar ellerinde mevcut olan kitapta dahi onu doğrulayan veriler bulunuyorken kıskançlığa ya da ellerinden statülerinin kayıp gideceğini anlayan bu otoriteler bile isteye yalanlama yoluna tevessül etmişlerdi.

Kanıtları, ayetleri, mucizeleri görmemezlikten gelmişlerdi. Gerçeği tersyüz etmeye girişmişlerdi.

Doğruyu yanlış gösterme aymazlığının çukuruna yuvarlanmışlardı.

Bunlar hepimizin malumu. Beni düşüren mesele ise acaba biz de aynı çamura saplananlardan mıyız?

Fıtratımızın benimsediği, aklımızın anladığı, kalbimizin onayladığı kesin gerçekleri menfaatimize gelmediği için tersyüz ediyor olabilir miyiz?

Kendi meşrebimize, mesleğimize uydurmaya çalışıyor olabilir miyiz?

CEHD etmek yani doğrularda güç ve gayret sarf etmek yerine CAHD ederek nefsimize ve şeytanımıza uyumlanıp hakikatlere takla attırıyor olabilir miyiz?

Meşrebimizi, bilgimizi kutsayarak müstekbirane davranıp gerçeklerin üstünü örtmeye yönelip kendimizi ateşe atıyor muyuz?

CAHD etmek konusunda CEHD ediyor muyuz?

Ya Selam!