Bu sorunun cevabı için dünyada varız. Hangimizin daha iyi ameller yapacağını görmek istediği için Rabbimiz bizi imtihan meydanına çıkardı. Bizim farklı renklerde, değişik zamanlarda gördüğümüz her iş, önümüze çıkan her şey bizim bu sınanmamızın bir parçasıdır. Sabah namazına hangimizin daha iyi kalkacağını görmek istiyor. Hangimizin zekâtını daha ihlâslı vereceğini görmek istiyor. Hangimizin çocuklarını daha müttaki olarak yetiştireceğini görmek istiyor. Sabır gerektiğinde hangimizin sabrı bir silah olarak daha iyi kullanacağını görmek istiyor. Hangimizin Allah’ın dinini daha kapsamlı olarak algılayabileceğini, namazdan siyasete kadar Allah’ın hükmünün her yerde cari olmasını nasıl kavrayacağını bilmek istiyor. Baharda ve kışta değişmeden sabit kalabilecek kafaları görmek istiyor. İmtihan budur, hayat bunun içindir.

İlk darbede yıkılıp giden mü’minle, darbelere karşı sebat eden mü’min arasındaki fark büyük bir farktır. Allah’a dayanıp yılmayan mü’min ile kendini parçalayan mü’minle aynı olabilir mi?
İman esastır

Mü’min olmak, cennet ehli adayı olmak zaten büyük kurtuluştur. Fakat mü’minler arasında da bir derece farkı vardır. O derecelerin en üstününe doğru yürümek, en iyilerden olmak için gayret etmek gerekmektedir.
Kuvvetin anlamı

Mü’min, kuvvetli olmalıdır. Bu kuvvet beden kuvvetidir, zekâ kuvvetidir, ilim kuvvetidir, iman kuvvetidir. Kuvvet ne için gerekiyorsa mü’min o kuvvete sahip olmalıdır. Mal kuvvet olarak gerektiğine göre mü’min, mal açısından da kuvvetli olmalıdır.

Kuvvetin iki kaynağı vardır. Birinci kaynak, Allah Teâlâ’nın yaratılıştan verdiğidir. Bazı kullarını beden olarak arızalı yaratmıştır, fakirlik içinde yaratmıştır, zekâsı kıt yaratmıştır. Kulun bu durumda yapacağı bir şey yoktur elbette. O ne için yaratıldı ise onu yapar, görevini bitirmiş olur. Onun açısından bir eksiklik de olmaz. İkinci kaynak ise kulun geliştirmesi gereken kaynaktır. Kul, daha sağlıklı ve güçlü bir beden sahibi olmak için yapması gerekenler varsa onlardan mesul olur. Spor yapıp sağlıklı olacaksa spor yapacaktır. Köyünü terk edip daha çok mal sahibi olarak mal açısından güçlü mü’min durumunda olabilecekse onu yapacaktır. Yapmazsa mesul olur.
Şeytana yardım etmek

Şeytan işimize karışmak için fırsat kollar. İlk fırsatı da değerlendirir. Mü’min, şeytandan korunmanın yollarını iyi bilmelidir. Kendini pasif ve bitik gören mü’min, büyük bir yanlış yapmaktadır. Nasıl son nefes bitmeden hayattan ümit kesilmiyorsa bütün işlerimizde de son noktaya kadar yılmamak gerekmektedir.
En iyi korunma yolunun Allah’a sığınmak olduğu en büyük gerçektir. Mü’min, davranışlarıyla ve duasıyla Allah’a yalvarır. Üzerine düşeni yaparak fiili dua yapmış olur. Ardından da dua eder. Bu, onun pasif kalmasını önlemiş olur.

Geçmişin sıkıntıları, eksiklikleri ile vakit geçirmek şeytana yardım etme yollarından biridir.

Eğer geçmişte yapılan bir günah idiyse tevbe edilerek kapatılır. Tevbe açısından o hatırlanabilir, hatırlanmalıdır da. Ama bugünle orantılamak için ya da ‘öyle olmasaydı da şöyle olsaydı’ türünden boş teselliler peşinde vakit ve ümit harcamak yanlıştır. Avcıların bitmez tükenmez var sayımları gibi bir geçmiş işler peşinde dolaşma hastalığı şeytana yardımdır. Geçmişi geçirip geleceği Allah’a daha iyi ameller sunmanın hızı ile yaşamak esas hedefimiz olmalıdır.
Gerçek şudur

Kuvvet, bize bizim için de gereklidir hizmetlerimiz için de. Kuvvetli olmayı, sadece ibadet etmeye, çocuklarımızın maişetlerini sağlamaya yarayacak bir nimet olarak göremeyiz. İbadet etmek ve ettirmek beraber düşünülmelidir. Allah’ın dini için çalışmak için de kuvvetli olmak şarttır. Ezilmiş, başını kaldıramayan mü’min, dini için ne yapabilir? Kuvvetimiz dünyadaki nasibimizi ne kadar kullanacağımızı gösterecektir. Ahiret için de nelere muktedir olabileceğimiz yine kuvvetimizden anlaşılacaktır. Kuvvet neye deniyorsa biz ona talip olmaya mecburuz. İmanda kuvvet, amelde kuvvet, bedende kuvvet, malda kuvvet, sözde kuvvet, basirette kuvvet, insanlar arasında itimatlı olmada kuvvet, planlamada kuvvet, aile içinde kudretli olmada kuvvet… Muhtaç olduğumuz kuvvet türlerindendir.

Sözlüğümüzde bulunsun.

Takdir/kader: Allah Teâlâ, bütün mahlûkatıyla ilgili her şeyi onları yaratmadan çok önceden yazmıştır. O’nun yazdığı şeyler sonradan bir bir tecelli etmektedir. Allah Teâlâ, neyin nasıl olacağını, nelerin olmayacağını, olmayacak olanlar olacak olsa nelerin nasıl değişeceğini ve benzeri insan aklı ve zekâsının idrak edemeyeceği çapta bir genişlikte yazmıştır. Buna kader denir. Kulları bu yazılmış kaderi yaşarlar. Ancak Allah Teâlâ, kaderi yazarken, kulunun ne yapacağını bildiği için kaderi yazmıştır. Bunun için de ‘filanın kaderi cehenneme girmesidir’ denir. O filan, sonunda cehenneme girecektir, diye bildiği için Allah onu yazmıştır. Biz, bizim bilgi sınırımızla Allah Teâlâ’nın bilgi sınırını karşılaştıramayız. Karşılaştırırsak yani bizim bilgi dağarcığımız, bilme imkânlarımızla karşılaştırarak O’na ait şeyleri de takdir etmeye, kavramaya çalışırsak sadece bir sapıklık kapısı açmış oluruz kendimize. Bizim bilmemizle Allah Teâlâ’nın bilmesi arasındaki tek benzerlik ‘bilme’ kelimeleridir.

Biz, üzerimize düşeni, yapabileceklerimizi yapar sonra da: ‘Bu Allah’ın kaderi imiş’ deriz/diyebiliriz. Böyle değilse kadere sığınma hakkımız yoktur.