SORU bu şekilde geldiğinde vereceğimiz cevap elbette hayır olacaktır. Hayır! Zira dinin adı İslam’dır. Silm, selam, selamet, teslimiyet gibi anlamlar içeriyor. Günümüzün diliyle ifade edecek olursak, barış.

SORU bu şekilde geldiğinde vereceğimiz cevap elbette hayır olacaktır.

Hayır!

Zira dinin adı İslam'dır.

Silm, selam, selamet, teslimiyet gibi anlamlar içeriyor.

Günümüzün diliyle ifade edecek olursak, barış.

Ne ile barış peki?

Öncelikle kişinin kendisiyle barışık olmasından pekala bahsedebiliriz.

İçindeki kavgayı bitirip kendisiyle barışıp mutluluğa erenler başkalarına da bu esenliği taşıyabilirler.

Taşımalılar.

AKIL ile kalp barışmalı…

Düşüncelerimizle duygularımızın sulh içinde olması yine aynı derecede önemli…

Niyetlerimizle fillerimiz barışmalı.

Yapmak istediklerimizle eylemlerimiz birbirinden farklı olduğunda kendi içimizde fesada düşmüş olmaz mıyız?

Tabiat ile barışırsak ona yaptığımız bunca kötülük sona ermez mi?

Kış aylarının kış gibi olmadığı, yaz aylarında yazı yaşayamadığımızı söyleyip durmuyor muyuz?

Diğer mevsimler de hakeza.

Bu, bizlerin tabiatı kendi hırs ve çıkarlarımız istikametinde tahrip edici davranışlarımızın bir sonucu değil midir?

Yani barış sağlayamayışımızın bir kötü neticesinden başka nedir ki?

DÜNYA ile ahiret barışından da söz etmeden geçemeyiz.

Bu husus hepimizi bağlar.

Orada yaşayacaklarımız, irademizle burada yapıp ettiklerimiz olduğunu hesaba katacak olursak ahiret yurdundaki mutluluğumuzun bu dünyada barış içinde yaşayışımıza bağlı olduğunu kabul etmekten kaçamayız.

İSLÂMİYET barış dini ise bizler onun birer bağlısı olarak fert ve toplum barışını esas alarak yaşamak zorundayız.

Eski tabirle fert ve cemiyetin sulh içinde olması gerekliliği...

O halde normlar konusu gündemimize gelir.

Dini normlar.

Kültürel normlar.

Sosyal normlar.

Barışı tesis edebilmek bakımından ipini koparmış kişiler şeklinde yaşayamayız.

Sevgi, saygı, hak ve sorumluluklar çerçevesinden bakmamız gerekir.

Hareketlerimizi buna bağlı olarak şekillendirmeliyiz.

Birey ve toplum hayatını kavgasız götürüp üretime ve paylaşıma dayalı müreffeh bir yaşamı esas almalıyız.

Dini, ahlaki ve sosyal normlar meselesi burada önemini gösterir.

Bu esaslara uygun bir hayat sistemini bizden sonraki nesillere miras bırakabilmek temel kaygımız olmalıdır.

YAŞAMIN nirengi noktası bu olmadığında sıkıntı başlıyor.

Herkes kendine özgü bir yaşam kuralı, kendine göre bir iş bitirme tarzı, kendine göre bir sonuç alma yöntemi geliştirmeye başlıyor.

Kıskançlıklar ortaya çıkıyor.

Rekabet duygusu körükleniyor.

Çıkar çatışmaları acımasız bir noktaya yükseliyor.

Söz ahlakı uçup gidiyor.

Hitap etme ahlakı önemsenmez oluyor.

İyiyi tebliğ iyi sözle yapılamaz bir hale geliyor.

Eleştiriye bile niyaz ve iyi dileklerle başlayan bizler artık sıkılı yumrukların sahipleri olarak norm tanımaz bir seviyeye düşmüş oluyoruz.

Oysa yaratıcımız bu durumlarda rüzgarımızın kesileceğini buyuruyor Enfal Sûresinde…

Allah ve resulüne itaat edilmediğinde, birbirimizle çekişmeye başladığımızda, korkulara kapıldığımızda rüzgarımız kesiliyor.

Şu anda içinde bulunduğumuz parçalanmışlık ve kavgalar bunun bir sonucu olabilir mi, ne dersiniz?

ÖNCEKİ gün ilimde yaşanan adaletsizliğe işaret eden bir yazı kaleme almıştık.

Toplumsal duyarlılık açısından önemliydi.

Doğru diye söylenen yanlışlara işaret ediyordu.

Kur'an'dandır diyerek zihinlerimize boşa edilen Kur'an dışı fikirlere vurgu yapıyordu.

Ve gizlenen hususlara biraz da…

Tüm bunlarla ilim ehli kişiler tarafından meydana getirilen parçalanmış ve bölünmüşlüğü dile getirmeye çalışıyordu.

Adı barış olan bir dinin bu kadar farklı fraksiyonlara, anlayışlara, meşreplere bölünmüş olmasının sonucunda karşıtlık duygusunun gelişmesi kaçınılmazdı elbette.

Ve öyle de oldu.

Her meşrep kendisine kendisini 'Kurtulmuşlar zümresi' olarak tanımlıyor.

'Doğru biziz' diyor.

'En doğru biziz' diyor.

Hatta 'Tek doğru biziz' ısrarında bulunuyor.

Bunun doğal bir sonucu olarak da 'Bizim dışımızdakiler yanlış olanlardır' mesajı taşıyor.

'Biz yolda olanlarız, diğerleri yoldan çıkmış olanlar' îması bu.

Sonrası mı?

Husumetler.

Suçlamalar.

Saldırmalar.

Yok etme çalışmaları…

Din barışı esas alıp sulhu temin etmek için gönderilmiş iken nasıl oluyor da bir husumet aracı haline getirilebiliyor peki?

İşte önümüzde ciddi ciddi düşünmemiz gereken büyük soru budur…

OYSA Allah anlaşmazlığa düştüğümüzde aramızda hükmetmemiz için hak kitap olarak Kur'an'ı gönderdiğini söylüyor Bakara Sûresi 213 cü ayetinde.

Bizler ne yazık ki bu kitabımızın söyledikleri hususunda da çoğu defa anlaşmazlığa düşüyoruz.

Anlama biçimlerimiz değişti çünkü.

Kitabın söylediğini öz haliyle anlayıp hayatı buna göre kavramımız lazım gelirken zihnimizi doldurduğumuz başka yorum ve tevilleri esas kabul ederek bunları ona söyletmeye çalışıyoruz.

Bu şekilde anlaşmak elbette mümkün olmuyor.

Ve her kafadan bir ses çıkıyor.

SU yolunu kesmiş zehirli yılanların olduğunu bilip kabul edersek belki içine düştüğümüz bu kuyudan çıkabiliriz.

Herkes kendi öğrendiğini mutlak doğru, gittiği su yolunu kesenleri de hakikatin mutlak anlatıcısı olarak gördüğü sürece bu gerçekleşemeyecek gibi görünüyor.

Kendi bilgimizi değerlendirmeye açmadan bunu 'İndirilmiş din olarak kabul edip' diğerini uydurulmuş olarak tanımlayıp dışladığımız sürece bu kavga devam edecek.

Parçalanmışlık sürecek.

Ne yazık ki, bu tavrımızla bizzat kendimiz dinimizi bir husumet, düşmanlık aracı olarak kullanıyor olmaktan kurtulamayacağız.

Şu ayet gözümüzü açmaya yeter mi acaba?

'Ey inananlar, hahamlardan ve rahiplerden birçoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve (insanları) Allah yolundan çevirirler. Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onlara acı bir azabı müjdele!' Tevbe Sûresi ayet 34

Burada verilen hüküm sadece Yahudi hahamlarına, Hristiyan rahiplerinedir diyerek geçip gidebilir miyiz?

Üstümüze alınmayacak mıyız?

YÜCE Rabbimiz Peygamberimize En'am Sûresi 159 cu ayetinde ilginç bir beyanda bulunuyor.

'Dinlerini parça parça edip fırkalara, hiziplere bölünenler var ya, senin onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Allah onlara, yapıp ettiklerini haber verecektir.'

Bu İlahi fermanı dikkate aldığımızda Hz. Peygamberin hala bizimle olduğunu var sayabilir miyiz?

Kendimizi onun yanında, yöresinde görebilir miyiz?

Bu gerçekçi olur mu yani?

Dinimizi önce parça parçaya bölüp bunun bir sonucu olarak ardından da husumet aracı yaptığımız sürece Fahr-i Kainat Efendimizin yanımızda olamayacağı gerçeği bizi sarsmalı!

Ya Selam!