Evvel zaman içinde, 4. yüzyıldan sonra, Avrupalıların Hıristiyanlık ordularına karşı savaştığı dönemlerde, İskandinav yarımadasına gidiyoruz. Vikinglerin ve Barbarların...

Evvel zaman içinde, 4. yüzyıldan sonra, Avrupalıların Hıristiyanlık ordularına karşı savaştığı dönemlerde, İskandinav yarımadasına gidiyoruz.

Vikinglerin ve Barbarların, Avrupa'nın kuzeyinde, tarıma elverişsiz bir iklimde, hem kıtlığa hem iç karışıklıklarına karşı mücadele verdiği, kasvetli ve karanlık bir dönem.

Onların; kendilerini böyle bir zamanda ayakta tutan ve umut veren bir kahramanları vardı. Onlar için savaştığına inandıkları ve kendilerini bu hayattan kurtaracağını düşündükleri; gücünü artıran kemeri ve gökyüzüne hükmeden çekiciyle, Yıldırım Tanrısı Thor.

Thor; kendisinin Yunan panteonundaki muadili Zeus gibi hileci ve ahlaksız değildi. O, halkı için devlerle savaşan, devleri yenen ve insanları devlerden koruyan bir kahramandı. Devler heryerdeydi. İnsanlar bu devleri hiç görmemişlerdi ama zaman zaman düşen çığların, depremlerin, sel, heyelan gibi felaketlerin, kışın buz tutan vadinin ve insanoğlunun ölüm kalım savaşında başına gelebilecek herşeyin sorumlusunun devler olduğuna inanıyorlardı. Her gök gürültüsünde, Thor çekiciyle bir devi öldürüyordu. Bahar geliyordu, buzlar eridiğinde, Thor bir devi yenmiş, halkını kıştan kurtarmış oluyordu.

Batılı/batıl paradigmalar, kavramlara binlerce yıldır böyle hükmeder. Görmediğiniz kahramanlar, var olup olmadığını bilmediğiniz düşmanlarla sizin için savaşır. Biz sadece etkilerini hisseder ve minnettar oluruz.

Mesela bir grup kahraman sürekli sizin için bir hortlakla mücadele eder. İrtica adlı düşman geldiğinde, tüm kadınlar çarşaf giyecek, erkekler acıkınca karılarını yiyecek diye korku duyarsınız. İrtica hortlamasın diye kahramanınızı sonuna dek desteklersiniz.

Bir süreliğine bir baskı ve zulüm altında yaşarsak, sonra bizi kurtarana koşulsuz biat ederiz. Fil terbiyecileri gibi aslında siyah giyen düşmanla, beyaz giyen kurtarıcının, aynı kişi olduğunu anlayamayız.

"Bin Dokuz Yüz Seksen Dört" adlı bilim kurgu romanında, Orwell bir distopya yaratmıştır. Devletler bir savaş halindedir. Halkın çektiği yokluğun ve sefaletin nedeni budur. Ara sıra kazanılan zaferler için mitingler düzenlenir, halka ümit veren konuşmalara, bayraklar ve tezahüratlarla coşkuyla katılan halk; ara sıra yerleşime yakın yerlere düşen füzelerle de sindirilir. Halbuki savaş falan yoktur. Dünyayı paylaşmış üç devletin ekonomisi, herkesin bir özel jete sahip olacağı kadar mükemmeldir. Fakat herkes zengin olduğunda, tüm bu planı yapanlar sıradan bir birey olur ve kimse ayak işlerini yapmaz. Halk, bir savaşın varlığına inandırılarak kontrol altında tutulur.

Dostoyevski'nin dediği gibi, aslında tüm hikayeler halkla alay etmek için yazılır.

Hakikati bilmeyen herkesin elinden tüm varlığını ve değerlerini kolaylıkla alabilirsiniz. Bir çocuğun elinden şekerini almak istediğinizde, onu o şekerin zehirli olduğuna ikna etmek gibi. O zaman o çocuk şekerini seve seve verir.

Manipülasyon dünyanın en büyük yamyamıdır. İnandığınız ve sevdiğiniz kavramların içini boşaltır. Fikirleri kukla gibi kontrol eder. İşi bittiğinde, siz pedofililer idam edilsin diye haykırırken; bir kız çocuğunun dondurmayı şehvetle yalayıp, "Nasılsın aşkta?" diye sorduğu şarkıyı arabanızda dinleyebilirsiniz.