GÖRÜNÜRDE herkes gibiydi… Ama değildi. Onun cevheri som altındandı. Sıradanlık perdesi altında bambaşka bir orijinallik barındırırdı. Gel gör ki, bunu herkes göremez, fark edemezdi.

GÖRÜNÜRDE herkes gibiydi…

Ama değildi. Onun cevheri som altındandı.

Sıradanlık perdesi altında bambaşka bir orijinallik barındırırdı.

Gel gör ki, bunu herkes göremez, fark edemezdi.

Belki de kendisi de böyle istiyordu, bilemiyorum.

Anladım ki, görünürlüklerimizde nelerin göründüğü önemliydi.

Her şey herkesle paylaşılmazdı. Paylaşılamazdı.

Zira neye talip olduğumuz önemliydi.

Bu bizim özümüzün istikametiyle ilgiliydi. Neleri öncelediğimizin, neleri gerilerin gerisine attığımızın göstergesiydi.

Işıltılı, parlak, göz alıcı boncuklara talip olup, bununla oyalanmak isteyenlere mücevherler, inci mercanlar saçılabilir miydi hiç?

Asla!

Bu hakikate zulüm olurdu. Sermayeyi kediye yüklemekten farksızdı.

İşte bu sebeplerle 'Gerçeğin taşıyıcıları' yüklendikleri hakikat emanetini kem gözlerden ustaca saklarken bunun sahici taliplerine de cömertçe saçıverirlerdi.

Mesele, talip olduğumuzu düşündüğümüz mevzulara ne kadar hakikatli talip olup olmadığımıza gelip düğümleniyor.

TAK TAK Hala böyle bir hakikat eriydi.

Sathi bir gözle bakıldığında hayatın içinde yuvarlanıp giden kendi halinde bir kişi görüntüsü verirdi.

Perdesini açtığı zaman ise sadece gözleri değil gönülleri de kamaştıran bir nur kaynağı idi.

Bu sebeple ben ona içimden daima 'Nur Yüzlü Tak Tak Hala' derdim.

Yüzündeki çizgileri sadece yaşadığı hayatın zorluklarının bir işaretçisi değil, geçtiği manevî yolların izdüşümüydü adeta.

Nice derelerde yine nice badirelerle boğuşup çıkmış olmanın aydınlığı yansırdı alnından…

Buna siz isterseniz bir ümmînin kendi kendine gerçekleştirdiği bir 'Seyr-i Sülükü' de diyebilirsiniz.

Ya da kalbinin istikametinde itidal üzere yürüyüşü…

KÖYÜN aşağısında yaşardı.

Gönlünse zirvesinde…

Ahlak-ı Muhammedî'nin burcu diyebileceğimiz kendisinin yapabileceği bütün işleri asla başkasına yaptırmama alışkanlığını edinmişti.

Her işini kendi görür bunu hayatta kalmak ve işe yaramak için Rabbimizin bize bir ihsanı olarak değerlendirirdi.

Zira kendi işini yapabildiği müddetçe ibadetlerini de yapabilirdi.

Ama işi gücü boşlar bunu başkalarına yaptırırsa takatten düşeceğinden hususi ibadetlerini yapamazdı.

Allah'a kulluk vazifesini yapamamak bu dünyada inanan bir kalbin sahibine verilebilecek en büyük ceza değil miydi?

İşte o, böyle düşünür ve her işini kendisi yapardı.

Her gün evine uzak olsa da çeşmeye bizzat kendisi gider suyunu alıp gelirdi.

Su ile ilişkisine bir başka dikkat ederdi.

Belli ki, suyu bizim gördüğümüz gibi görmezdi.

Onda başka manalar bulur bu ilişkisini asla ihmal etmez, başkasına da devretmezdi.

KINALIYDI elleri.

Ben onun gönlünün de kınalı olduğunu düşünürdüm.

İçten içe yanan ama dumanının tüttüğünü kimselerin görmediği bir sevdaya kınalıydı.

Aşkın kınasıydı bu.

Sadece eli değil belki de saçları da kınalıydı. Ama bir teli bile görülmediğinden bunu bilemezdim.

Elini bu yaşta niye kınaladığını sorduğumda bir gün şöyle demişti.

'Bu el Hakkın eli olsun diye evladım. Onun rızası dışında bir iş işlemesin diye…'

Dedim ya, o bir başkaydı. Öte dünyalardan bizim arzımıza gönderilmiş bir bağrı yanık nalanı gibiydi.

İşte bu sebeple 'Bu baş başkasına eğilemez, Ona ve yoluna kurbandır' duasıyla muhtemelen saçı da kınalıydı.

TOPRAKLA haşir neşirdi.

Onun her mevsim yeniden dirilişine tanık olduğu gibi kendi yüreğinde yepyeni haşirlerin de şahidiydi.

Bende buna şahit olabilmiş, nadir bahtlılardanım.

Şükürler olsun.

ÂHİRET azığını kendi hazırlamıştı.

Evlatlarına arkadan yapacak bir görev bırakmamıştı. Göndermesi gereken iyilikleri 'Evvel gönderen' bir kalp diriliğine erişmişti.

Vasiyeti şuydu: 'Bana arkadan okumayın. Ben kendime her an, her dem Kur'an okudum. Canımı Kur'an, ibadet ve boyun eğiş ile diri tuttum. İlla da bir şeyler yapmak isterseniz öğrencilere yardım edin.'

Her gün Kehf Sûresini okurdu.

Allah'ın sınırsız gücünü belki de buradan hissederdi. İçine nur dolardı. Dünya ve şeytanların baskısına direnirdi. Mağaraya sığınan mü'minleri duyumsar kendi sırrını bu sebeple hakikate agah olmayanlara açmazdı.

BULUŞMASINA çok önem verirdi.

Her namaz başka bir elbise giyer bunu asla ihmal etmezdi.

Sevgisi her dem taze olan sevgiliyle sevgi tazelemek gibiydi bu buluşmalar.

Kınalı eller, kınalı baş ve her huzura duruşta yeni kıyafetler…

Anadolu'nun bir köyünde 'Ümmî Bilge' diyebileceğimiz hiç gaflete bulaşmamış ninenin ilerleyen yaşına rağmen taze kalışının sırrı neydi diye sorarsanız bu buluşma heyecanıydı diyebiliriz.

Kim sevdiğinin huzuruna uyuşuk çıkmak ister?

Kim pejmürde ve bakımsız olarak gider buluşmasına?

Kim güzel görünmek istemez?

Bir densizlik edip 'Sair zamanlarda da Hakkın huzurunda değil miyiz zaten?' diye sormuştum.

Başını öne mahcubiyetle eğmişti. Bir müddet sonra kaldırıp aydınlık gözlerle şöyle cevap vermişti:

'Her gün, her dakika Hakk ile beraberiz aslında ama unutuyoruz nazarım.'

TAK TAK Hala derlerdi ona. Zira bastonu bu şekilde ses çıkarırdı.
102 sene okuma yazma bilmeyen bu nine Kur'an ile ışımış dolu dolu bir hayat yaşamıştı.
Bana bıraktığı içimin içinde hep saklı duran diğer bir cümlesi daha var ki, o da şudur:

'Herkesle konuşulur ama muhabbet herkesle yapılmaz.'

BUNLARI dinlemiştim bir arkadaşımdan…

Çok etkilendiğimi söylemeliyim beli bükük ama kalbi her daim kıyamda olan bu nur ninemiz Tak Tak Halanın hikayesinden.

İşte sizinle de paylaştım.
Belki de Anadolu'da pek çok var böyle bilge nur ninelerimiz...
Bizlere de bunları görecek göz, duyacak kulak, hissedip sevecek kalp nasip ola inşallah.

Ya Selam!