Yakın tarih doğru anlaşılmalıdır. Cumhuriyet’in yüzüncü yılında fotoğraf net olarak çekilebilmelidir artık.

Yakın tarih doğru anlaşılmalıdır.

Cumhuriyet'in yüzüncü yılında fotoğraf net olarak çekilebilmelidir artık.

Tarihi vakaları olduğu gibi anlamaya çalışmaktan hiç kimse gocunmamalıdır.

Gerçeklerin ortaya çıkmasından sadece sahtekarlar rahatsız olur.

Osmanlı'nın son padişahının yurt dışına çıkması/çıkmak zorunda kalması meselesi artık propaganda olmaktan çıkmalıdır.

Meseleyi anlamaya çalışalım.

Saltanat 1 Kasım 1922 tarihinde ilga edildikten sonra TBMM tarafından Vahideddin halife seçildi.

Bu karardan en çok etkilenen elbette ki Vahideddin oldu.

Saltanatın lağvedildiğini Sultan Vahideddin'e Refet Paşa tebliğ etti.

Refet Paşa'ya Padişah şu karşılığı verdi:

'Paşa, bu vatana ihanet ediyorsunuz! Saltanatsız bir hilafetin, hanedanın en aciz bir ferdi tarafından bile kabul edilmeyeceğinden emin olabilirsiniz'.

Saltanat lağvedildikten sonra İstanbul'a idareyi devralmak üzere Refet Paşa gönderilmişti.

Refet Paşa İstanbul'da padişah ile görüşmelerde bulundu. Münevver Ayaşlı'nın belirttiğine göre; Refet Paşa padişahla görüşürken 'küstahça' davranıyordu.

Refet Paşa şöyle anlatıyordu bu görüşmeyi:

'Hatta Padişahın önünde ayak ayak üstüne attım ve koltuğa o kadar yaslandım ki nerede ise pabucum padişahın burnuna değecekti'.

Bir Osmanlı Paşası olan Refet Paşa'nın terbiyesi böyleydi.

Bir Türk paşasının devletin makamına karşı böyle davranması ciddi bir talihsizliktir, hazindir ve acıdır.

Bazı kaynaklarda Vahideddin'in yurt dışına zorla çıkarılması yönünde Ankara'nın gayri resmi yönlendirmesi olduğu yönünde bilgiler bulunmakta bazı kaynaklarda ise Vahiddettin'in yurt dışına 'kaçacağı' istihbaratına istinaden bunun 'önlenmesi' yönünde bilgiler bulunmaktadır.

Mesela 4 Kasım 1922'de Mustafa Kemal Paşa'nın Refet Paşa'ya çekmiş olduğu şifreli telgrafında Vahideddin'in yabancı bir ülkeye 'firar etmesinin önlenmesini' istediği belirtilmektedir.

Belirtildiğine göre Vahideddin Mustafa Kemal Paşa ile muhabere etmek ve bir çıkış yolu bulmak istemiş fakat saltanat ve hilafet makamından asla feragat etmediğinden bu mümkün olamamıştır.

Sultan Vahideddin yurt dışına çıkmadan bir gün önce Padişahın genç yaveri gece geç vakitte Refet Paşa'nın kaldığı Bab-ı Âli'ye geliyor ve telaş içinde, ağlarcasına 'Padişahı, İngilizler yarın sabah kaçırıyorlar' diyordu.

Refet Paşa şu karşılığı verdi: 'Budala, ne üzülüyor ve ağlıyorsun? Padişahı, İngilizler kaçırırsa Türk milleti hiçbir gün, Vahideddin'in bu hareketini affetmeyecektir. Biz tutar ve yakalarsak, bu sefer millet bizi affetmeyecektir, bırak gitsin, Vahideddin işimizi kolaylaştırıyor'.

Nitekim Refet Paşa, Sultan Vahideddin vatanı terk ettikten sonra şöyle bir değerlendirme yapmıştır:

'Vaziyeti düşündüm. Biliyordum ki, her iktidar bir müddet sonra yıpranır. Biz padişahı hapis veya idam edersek halk zamanla onu mağdur görecek ve bizi kabahatli sayacaktı. Bu itibarla hadiseleri gidişine bırakmayı uygun buldum. Kaçan bir hükümdarı, halkın hiçbir zaman affetmeyeceğini düşündüm. Kaçtığı gün, askeri bir müdahale devletin başına bir dert açabilirdi dedim. Onun için hiçbir tertibata lüzum görmedim. Vahideddin'in kaçtığı sabahın erken saatinde, hükümdarın bahriyeli yaveri pek sarsılmış bir halde odama geldi. 'Kaçtı efendim' diye ağlamaklı bir sesle olayı hikaye etti. Kendisini teskin ettim ve haberdar olduğumu söyledim.'

Refet Paşa Ankara adına İstanbul'daki faaliyetlerini sürdürürken, Sultan Vahideddin İstanbul'dan ayrılmıştı. Esasen Refet Paşa İstanbul'a geldiği ilk günden itibaren Padişaha karşı 'küstah' ve sert bir tavır takınmıştı.

Refet Paşanın bu tavırlarından vazife çıkaran İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı Harrington, Padişahın yaverlerinden birisini çağırarak, 'Gittikçe aleyhine gelişen şartlar içinde eğer Padişah isterse, onu bir zırhlı ile kaçırabileceğini' söyledi.

Yaver bu haberi Padişaha iletti. İngiliz, İngilizliğini yine yaptı ve bu komutan gizlice Refet Paşa'ya da Padişahın kaçmak üzere olduğunu söyledi. Gerekli tedbirlerin alınmasını istedi. Refet Paşa herhangi bir tedbir almadı. Esasen Padişahın gitmesi isteniyordu.

Sultan Vahideddin ile birlikte vatandan ayrılmak zorunda kalan Mustafa Sabri Efendi şu soruları sormaktadır:

'Ben nasıl İngilizlerle anlaşmakla suçlanıyorum? Hakikat şu ki, İngilizler vatanımızı işgal ederek bütün zenginlerimize el koydular. Biz ise boş ceplerimizle ülkemizi terk etmek zorunda kaldık. Biz, devletin en üst makamlarına yükselmemize rağmen devlete ait bir çöpe dahi dokunmadık. Sermayemiz mahrumiyet ve iffetimizden ibarettir. Devletin malını, canımız pahasına korumaya çalıştık. İngilizlerin bize tek iyiliği, İstanbul'dan emniyet içinde ayrılmamızı temin etmeleri olmuştur. Yanımızda ancak giyeceklerimiz ve birkaç ev eşyası vardı. Geminin ancak üçüncü mevkiine binebildik. Ailemin arasında kadınlar, çocuklar ve yaşlılar olmasına rağmen, bizi soğuktan koruyacak kışlık elbiseden mahrumduk (yolculuğun Kasım ayında olduğunu hatırlayalım). Madem ki biz vatan hainiyiz, niçin vatanımız İngilizlerden temizlenmedi? Yoksa ülkeyi İngilizlere satan aslında onlar mı? Bizim mahrumiyetimiz, güvenilirliğimizin en büyük delili olduğu gibi bazı hasımlarımızın zenginlikleri rakiplerimiz hakkında şüphe uyandırmaktadır. Zira onlar bu zenginliklerine İngilizlerin bu ülkeyi işgal etmelerinden sonra kavuşmuşlardır. Bu acı ithamdan dolayı kimse bizi kınamasın. Zira onların bize tevcih ettikleri mantıkla karşılık veriyorum. Bu lüks saraylar onlara babalarından mı kaldı?'

Bazı soruların cevabı bellidir fakat sorulmasında fayda vardır.

Tarihi meseleleri seviyemizi muhafaza ederek konuşabilmeyiz.