“Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin takvanız (Allah’a karşı gelmekten sakınmanız) ulaşır…” (Hac:  37)

Bu yazımızda, içinde bulunduğumuz Kurban Bayramı münasebetiyle “Kurban”dan almamız gereken mesajları gündem edeceğiz.

1- KURBAN

İslami terminolojide kurban kelimesi “kendisiyle Allah’a yaklaşılan şey” anlamına gelir. Özel anlamda ise kurban “dinî bir emir ya da adağı yerine getirmek maksadıyla kesilen hayvan” demektir.

Buna göre kurbandan maksat, takva ve Allah’a yakınlıktır.

“Takva” Kuran’da, kişinin ihlasla kulluğunu ifade eden en önemli kavramlardan biridir ve amellerin Allah katında kabulü için müminlerin sahip olması gereken en mühim haslettir. Şu ayet-i kerime bu manayı anlatır:

“…Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder…” (Maide: 27)

Bu ayet-i kerimeye göre takva, ancak özel bir zümrenin sahip olması gereken üst düzey bir haslet değildir; her mümine lazımdır. İmam Gazali bu inceliği “Abidler Yolu” adlı kitabında önemle vurgular.

Kurbandaki hakiki mana, biz müminlerin Allah uğruna canımızı feda edebilmemizdir. Ama Allah’ın emri olmadan ve meşru bir sebep bulunmaksızın bir cana kıyılması haram olduğundan, bizden kendi canımıza bedel bir hayvanı sırf Allah rızası için kurban etmemiz istenmiştir. Bu nükteyi Kuran-ı Kerim’de geçen Hz. İbrahim ve Hz. İsmail (a.s.) kıssasından çıkarmak mümkündür. Buna göre biz bir hayvanı Allah yolunda kurban etmekle, Allah yolunda canımızı feda etmek kıymetinde büyük ecir kazanmaktayız.

Bu mana bize şu önemli mesajı vermektedir:

Birer Müslüman olarak hepimiz canımızı Allah’a ve Allah yoluna adamalıyız. Bu hakikat Kuran-ı Kerim’de şöyle vurgulanır:

“Şüphesiz Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır…” (Tevbe: 111.)

Kurbanın manasını işte bu ayet-i kerimeyle birlikte düşünmek lazımdır.

Ezcümle kurbandaki nükte Allah’a yakınlıktır, Allah yolunda fedakârlıktır, itaat ve teslimiyettir. Allah’a yaklaşmayı gaye edinen ve bunun yol haritasını ortaya koyan tasavvuf ilmindeki “kurbiyet”  de kurbanın bu manasıyla iç içedir.

2- KURBİYET

Evet, tasavvuftaki kurbiyet esasen Allah’a yakın olmayı ifade eder. Ama bu maddi - fiziki bir yakınlık olmayıp keyfiyet yakınlığıdır. Keyfiyetten maksadımız, insanın kalben Allah’a yönelmesidir. Bu yönelişe “kalbin tezkiyesi” veya “nefsin terbiyesi” denir. Tasavvufi eserlerde bu gerçek “ahlak-ı zemimeden kurtulup ahlak-ı hamideyi kazanmak” şeklinde de ifade edilir.

Tasavvufta temel maksat, seyr u sülûk yoluyla Allah’a manen yaklaşmak üzere kalbî bir yolculukta bulunmaktır. Nefsin mertebeleri açısından en menfi yönden en makbul yöne doğru geçilen menziller şunlardır: “Nefs-i emmare”, “nefs-i levvame”, “nefs-i mülhimme”, “nefs-i mutmainne”, “nefs-i raziye”, “nefs-i marzıye” ve “nefs-i kâmile.”

Burada nefsin bu mertebelerini daha geniş anlatma imkânımız yoktur, fakat şu kadarını söyleyelim:

Son makam olan “nefs-i kâmile” müminin nefsani ve şeytani bağlardan büyük ölçüde kurtularak Allah’a yaklaşma makamıdır. Tasavvufta, irşada yetkili kâmil insanların çıkması zaruri olan en yüksek makam ve mertebedir.

Biz nefsin bu mertebelerini geçmeye çalışırken, aslında bir kurbiyet mücadelesi vermekteyiz. Her mümin bu mücadeleyi mutlaka vermelidir. İhlası, ihsanı, takvayı, yani Allah’ın rızasını ve dolayısıyla da âlem-i ukbada cennet ve cemalullahı kazanmanın yolu budur.

Onun için her mümin nefsine muhalefet etmeyi, şeytanın iğva ve vesveselerini reddetmeyi bir mücadele tarzı olarak benimsemelidir. Ve bu mücadele Abdülkadir Geylani’nin (k.s.) de dediği gibi, musalla taşına yatıncaya kadar bir ömür boyu devam etmelidir. Bunda durup dinlenmek yoktur. Hayatın her an ve safhasında nefis ve şeytanın bize kurduğu pusularla karşı karşıyayız. Onların bütün şer telkinlerini reddetmek, sırf ve sadece Allah’ın rızasını gaye edinmek, bu mücadeleyi kazanmanın olmazsa olmaz şartıdır.

İşte “kurban” ve “kurbiyet” kavramları bize bu mesajları da vermektedir.

Allah’a yakınlık ve kurbiyet, ancak doğru istikametle gerçekleşeceğinden, doğru istikametin önemini hem fert hem de millet bazında vurgulamamız yerinde olacaktır.

3- FERDÎ İSTİKAMET

Doğru istikametin olmazsa olmaz şartları “iman”, “ilim”, “amel”, “ihlas”, “ümit ve korku”dur.

İman olmadan hiçbir ilim ya da amelin değeri olmadığı gibi ihlastan bahsetmek de mümkün değildir. Sahih akaidi, ehl-i sünnet ve’l cemaat yolunu bilmek olmazsa olmaz şarttır. Azaptan kurtarıp cennet ve cemalullaha ulaştıracak bundan başka yol yoktur. Bunu Hz. Peygamberin (s.a.v.) “Yetmiş üç fırka” hadisinden anlıyoruz. Önceki yazılarımızda da yer verdiğimiz bu hadisi burada bir kere daha hatırlayalım:

“Ümmetim yetmiş üç fırkaya (parçaya) ayrılacaktır, biri müstesna bu fırkaların hepsi cehenneme girecektir.”

Bu uyarıyı duyan Ashab soruyor:

“Ya Resulallah! Kurtulacak olan fırka-yı naciye hangisidir?”

Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

“Benim ve Ashabımın yolundan gidenler (yani bizim gibi inanıp amel işleyenler).”

Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevî’nin “Ehl-i Sünnet İtikadı” adlı kitabında bu hadis-i şerifin altında şu not yer alır:

“Bu hadis-i şerifi, büyük hadis âlimi İbn Mace Hazretleri Sünen adlı çok kıymetli kitabında zikretmiştir. Bidat ve dalalet fırkalarının propagandalarına kapılan bazı cahil ve gafillerin bu hadis için “aslı yoktur, mevzudur” demeleri, büyük bir edepsizlik ve küstahlıktır. Mezkûr hadis İbn Mace’den başka Tirmizi, Ebu Davud ve Darimi gibi büyük hadis imamları tarafından da rivayet olunmuştur.”[1]

Görüldüğü üzere bu hadiste kurtulacak olanlar Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Ashabının yolundan gidenler olarak tanımlanmıştır.

Bu kurtuluş yolu, Hz. Peygamberin (s.a.v.) ahirete göçünden sonra, onun sünnet ve hadislerini baş tacı etmekten geçer. Daha geniş ifadesiyle, İslam’ı edille-yi şeriyye çerçevesinde yaşamakla mümkün olur. Bunun dışındaki yollar bidat ve dalalet yollarıdır; kişiyi -Allah muhafaza- cehenneme sürükler.

O halde ortaya şöyle bir “kurtuluş reçetesi” çıkmaktadır:

Her mümin ehl-i sünnet akaidini öğrenerek onu kalbî ve amelî olarak benimsemelidir. Hele günümüzdeki fitne ve nifak ortamında imanını koruyabilmek için mutlaka faydalı ilim elde etmelidir.

Sonra bu inanç ve ilmini amel safhasına koymalıdır. Bunları hep ihlasla, yani sırf Allah için yapmalıdır.

Ve asla “Tamam, ben artık kurtuldum” diye mutlak emniyet duygusuna da kapılmamalı; “ümit ve korku” dengesinde yürümelidir.

Günümüz şartlarında ferdî istikameti korumanın ne kadar hayati bir vazife olduğu ortadadır. Okuyucularımızın da takip ettiği üzere günümüzde ne yazık ki, hayır cihetinden gibi gelerek, yani İslam’dan bahsederek, Kuran’ı Sünnet’ten ayıran, böylece onu –Kuran’ı- hâşâ bir felsefe kitabına dönüştürmeye kalkışan, İslam’ın içini boşaltarak İslam düşmanı oryantalistlerin ekmeklerine yağ süren bir sapkınlar güruhu peyda olmuştur. Bunlara karşı çok ayık olmak, ebedi hayatın selameti için elzemdir. İşte bu teyakkuz halini gösterenler ferdî istikametlerini korumuş, -inşallah- ahiretlerini de kurtarmış olacaklardır.

4- MİLLİ İSTİKAMET

Milletler tek tek fertlerin bir araya gelmesinden oluştuğu için, ferdî istikamet milli istikametin de temelidir. Tek tek istikamet sahibi fertlerden oluşan bir millet, milli istikametini korumuş demektir.

Milli istikametin korunması esasen bir var oluş - yok oluş mücadelesidir. Çünkü bizde milli bütünlüğün temeli dinî bütünlüktür. Bu bakımdan milletimizi ayakta tutan temel unsurlar söz konusu olduğunda, birinci maddeye din, inanç, itikadî istikamet yazılmalıdır. Güzel ahlak, milli ve manevi değerler, bayrak, sancak, vatan ve millet bütünlüğü, milli kimlik ve şahsiyet, milli ideal, hep bu temelden kaynaklanır. O bakımdan istikamet bozulduğu zaman milletlerin akamete sürüklenmesi, yıkılış ve çöküşleri kaçınılmaz olur.

Tarihte bunun pek çok misali olmakla birlikte ikisini burada hatırlatmak isteriz:

Bunlardan biri 850 yılın ardından yok olan Endülüs İslam Devleti ve medeniyeti; diğeri de Bağdad’ın Moğollar tarafından işgaliyle 550 yıllık Abbasi Devletinin sona ermesidir. Bu iki felaketi hazırlayan ortak sebeplere bakıldığında itikadi hassasiyet gözetmemek, dost ve düşmanı tanıyamamak, içteki hainlerin harici güçlerle kurdukları irtibat ve ittifaklar vs. görülür.

“Tarih tekerrürden ibarettir” ilkesinden hareketle deriz ki, eğer biz de millet olarak bu yanlışları bir hayat tarzı olarak devam ettirirsek, önce fertler bozulur, sonra akaid ihlalleri tabii bir hal alır ve bu da eninde sonunda milletin sonunu hazırlar. Okuyucularımız, yazılarımızda bu büyük tehlikeye devamlı vurgu yaptığımızın farkındadırlar.

Son zamanlarda ülkemizde ve genelde İslam dünyasında hak ve batıl ölçüleri adeta rafa kaldırılmakta; dahası batıl hak, hak da batıl gibi gösterilmektedir.

Ne kadar acıdır ki, bu “milleti içten çökertme” projeleri batılı oryantalistlerce ortaya konduğu halde, yerli işbirlikçiler bunlara sahip çıkmakta ve bu projelere hizmet eden söylemleri seslendirirken sanki İslam’ı savunuyormuş gibi bir tavır sergilemektedirler. Bu, insanların cehaletinden istifade etmektir; hainliktir. Bütün bu gerçekler zaman zaman yazılarımızda delilleriyle ortaya konmaktadır.

NETİCE

Biz fert ve millet olarak istikametimizi koruyamazsak, canavar misali pusuda bekleyen düşmanlarımızın, buldukları ilk fırsatta üzerimize çullanacakları açık bir gerçektir. Tarih boyunca yaşanan yüzlerce tecrübe bu gerçeğin delili mesabesindedir.

Şu ayet-i kerime bütün toplumlarla ilgili bir sünnetullahı ortaya koymaktadır:

“…Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez…” (Ra’d: 11)

O halde,

“Kurban”, “kurbiyet” ve “istikamet” nüktesinden hareketle ortaya koyduğumuz bu gerçekler ışığında diyoruz ki, birer felaket halini alan itikadi ihlaller mutlaka önlenmeli; Diyanet başta olmak üzere ilahiyat kesimi ve bu milletin inanmış evlatları, dinî tahrifatlardan kurtarılmalıdır. Bunun için milletin her ferdine, İslam’ı esas hüviyetiyle bilen ilim adamı ve araştırmacılara ve özellikle de siyasi iradeye büyük vazifeler düşmektedir.

Allah hem ferdî hem milli istikametimizi korusun. Milletimizi her türlü felaketten muhafaza eylesin.


[1] A. Ziyauddin Gümüşhanevi, Ehli Sünnet İtikadı, s:7. Arapçadan Tercüme Edenler: Abdulkadir Kabakçı, Fuat Günel. 7. Baskı, Bedir Yayınevi, İstanbul 1996.