Ülke ekonomisi ve hatta toplumun en küçük çekirdeği olan ailenin geçimi için geçerli ve tabii yol “san’at, ziraat ve ticarettir”. Buna karşılık her üç konu da ülkemizde ihmal edilmiştir.

Ülke ekonomisi ve hatta toplumun en küçük çekirdeği olan ailenin geçimi için geçerli ve tabii yol 'san'at, ziraat ve ticarettir'. Buna karşılık her üç konu da ülkemizde ihmal edilmiştir.

Osmanlı Devletinde ve Türkiye Cumhuriyetinde en önemli siyasi ve ekonomik unsur olarak askerlik ve memuriyet görülmüş olup san'at, ziraat ve ticarettir ihmal edilmiştir. Bu konuyu biraz derinlemesine ele alıp Müslümanlardaki fakirliğin ve ekonomik geri kalmışlığın ele almaya çalışacağız.

Said Nursi, Münazarat isimli eserinde bu konuya açıklık getirerek devlet kapısında dilencilik manasında olan memuriyetin ülkemizin gelişmesinde son derece olumsuz etkisi olduğunu şu şekilde izah etmektedir:

'Biz, gayr-ı tabiî ve tenbelliğe müsaid ve gururu okşayan imaret (emirlik, yöneticilik) maişetine el atıp, belamızı bulduk… Gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev'iyle imarettir. Bence imareti, ne nam ile olursa olsun, medar-ı maişet edenler bir nevi cerrar ve aceze ve seeledir. Fakat hilebaz kısmında… Bence memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa yalnız maişet ve menfaat için girse, bir nevi çingenelik eder. İşte memuriyet filcümle ve askerlik bilcümle bizde olduğu için, servetimizi israf eline verip neslimizi etrafa saçıp zayi' ettik. Eğer öyle gitse idi, biz de elden giderdik'.

Düşmanlarımızı cehalet, fakirlik (zaruret) ve ihtilaf olarak belirleyen Nursi, cehalete karşı eğitimi; zaruret denilen fakirliğe ve geri kalmışlığa da her zamanın geçerli ve temel meslekleri olan 'ziraat, ticaret ve sanatı' tavsiye eder. Memuriyeti ve idareciliği temel meslek olarak görmeyen Nursi, memuriyet ve idareciliğin geçim kaygısı ile değil, millete hizmet etmek amacını taşıması gerektiğine dikkat çeker.

Bir ülkenin kalkınması müstahsillerin (üreticilerin) çoğalması ve müstehliklerin (tüketicilerin) az olmasına bağlıdır. Eğer ülkede üreticiler azalır, tüketiciler çoğalırsa o ülke fakir düşer. Memurlar ve idareciler tüketici sınıfını teşkil ederler.

Toplum hayatının devamı ve ihtiyaçlarının giderilmesi ancak sanat, ticaret ve ziraat alanındaki üretime bağlıdır. Şayet ihtiyaçtan fazla üretim olursa o zaman ülke halkı fazlasını dış ülkelere ihraç ederek ülke kalkınmasına ve zenginliğine hizmet etmiş olurlar. İsrafa alışan idareci ve memurların çok olduğu, tüketimin arttığı, üretimin azaldığı, herkesin gözünü devlet kapısına diktiği bir ülke ise fakir düşer.

Ülkenin kalkınmışlığı ve geri kalmışlığı da yine ülke idaresinin hürriyetçi olup olmaması, özgürlük ve hürriyet değerlerine sahip çıkıp çıkmaması ile doğru orantılıdır. Bilhassa ırkçılığı devlet politikası haline getirmiş ve devletçiliği ilke olarak benimsemiş bir toplumun gelişip güçlenmesi imkansızdır.

'Ulus devletin' ülkede yaşayan farklı ırk ve kökenden gelmiş, farklı dil ve kültüre sahip insanları şevk ve gayrete getirerek ülke kalkınmasına katması mümkün değildir. Böyle bir devlet; tabiatı icabı monopoldür; yani tekelcidir. Tekelcilik ise kendisinden başkasına hayat hakkı tanımaz. Ekonomik monopolcülük de 'serbest girişimi' önler.

Hürriyetçi değerlere değil de ulusal değerlere önem veren ve bunu halkının zihniyetine yerleştiren bir devlet yapısında halk devlete bağımlı hale gelir. Her şeyi devletten beklemeye başlar.

Halka göre devlet her şeyi yapabilir. Ekonomiyi büyütür, insanları eğitir, besler, iş sahibi yapar, ticaret yapar, korur. Fakirliği ortadan kaldırır. Hatta devlet vatandaşlarının düşüncelerine ve inançlarına müdahale eder ve nasıl yaşamaları gerektiğine karar verir.

Nursi, kendisine sorulan 'Eskiden Müslümanlar zengin, ecnebiler fakirdi; şimdi ise durum tersine döndü. Sebebi nedir?' sualine verdiği cevabında özetle şunları söyler:

Her şeyden önce 'Leyselil insane illa ma'sa- Kişiye çalıştığının karşılığı vardır' yani çalışmasının karşılığını mutlaka görecektir ayetini ileri sürer. Çalışma meyli ve 'Çalışan ve helal kazanan Allah'ın sevgili kuludur' hadisinden kaynaklanan çalışma şevkinin bazı yanlış telkinler ile kırıldığını söyler. Tasavvuftaki 'bir lokma bir hırka' usulü kendini tasavvuf ve dergaha adamış tarikat mensupları içindir. Bunu toplumun tüm kesimlerine mal etmek çalışmaya olan şevki kırmakta insanı tembelleştirmektedir.

Nursi, 'İ'lay-ı Kelimetullah' denilen yani Allah'ın adını ve şanını yüceltme vesilesinin bu zamanda maddeten terakki ile olabileceğini ifade eder. Peygamberimizin (asm) 'Dünya ahiretin tarlasıdır' hadisinin de çalışmayı gerekli kıldığını, bunun da ancak dünyaya da çalışmakla mümkün olduğunu belirtir. Ayrıca 'İnsanların hayırlısı insanlara faydalı olandır' hadisiyle de insanlara faydalı olmanın dinin emri olduğu özellikle belirtilmiştir.

Kalkınmanın maddi ve manevi iki temel sebebi olduğunu ifade eden Nursi, bunları şöyle özetler: Kalkınmanın maddi sebepleri arasında zengin yeraltı, yer üstü kaynakları ve özellikle de çalışabilir düzeydeki insan gücü gelmektedir. Bu kaynakların yerinde ve bilgiye dayalı olarak kullanılması kalkınmanın ve gelişmenin temelini teşkil eder.

Manevi sebep ise sağlam bir istinat noktasına dayanan 'Kuvve-i Maneviye' gösterilmektedir. İnsan ümitli olmaya ve İslam'a dayanırsa en ağır ve büyük işlere karşı mücadeleye karşı kendinde büyük bir kuvvet bulur.

İşte insanlar gerek vatan ve millet sevgisinden aldığı güçle büyük bir ümitle yola çıkarsa yapamayacağı iş, aşamayacağı engel yoktur. 'İnsanları canlandıran emeldir; öldüren yeistir.'

'Bana bir dayanak noktası verin Dünya'yı yerinden oynatayım' diyen Arşimed gibi geleceğe ümitle bakan bir insanın da nokta-i istinat bulduğu takdirde küre-i arz gibi büyük işleri çevirebilecektir.

Bilhassa 'din duygusunun daha fazla hakim olduğu Doğu'da' geri kalmışlığa, cehalete ve her çeşit bölünmüşlüğe karşı kurtuluş çaresi, dindir. Çünkü din 'muhabbet ile ittihadı, marifet ile imtizac-ı efkarı, uhuvvet ile teavünü' emretmektedir. Sevgi, birlik, beraberlik, ilim, fikirlerin beraberliği ve uyumu, kardeşlik, yardımlaşma ile kalkınma politikaları sonuç verir. Aksi takdirde yapılan bütün yatırımlar ve kaynaklar israf olup gider.

Nursi'ye göre bu konudaki çalışmalarda samimiyetin ölçüsü 'muhabbet, hürmet ve merhamettir.' Zira 'Hamiyet, muhabbet, hürmet ve merhametin netice-i zaruriyesidir. Onsuz olmaz ve illa yalandır, sahtekarlıktır.'

Devletin bu konudaki görevi gerek yeraltı ve yerüstü, gerekse insan kaynaklarının kullanımında planlama, güven oluşturma ve yardımlaşmayı kolaylaştırmayı sağlamasıdır. Bu hususlar da yine dinin kutsal emirleri ile takva ve salabet-i diniye ile olur.

İnancı sarsılmış ve ahlakı bozulmuş bir toplumu idare etmek çok zordur. Türkiye gibi bir ülkede güveni sağlamak ve yardımlaşma unsurlarını harekete geçirmek ancak din ile olur. Asayiş ve güven oluşturulduktan sonra kalkınma politikaları rahatlıkla uygulanabilir.

Teşebbüs-ü Şahsi yani girişimcilik bir ülkenin kalkınması için en önemli unsurlardan bir tanesidir. Nursi, daha 20 Yüzyılın başında Doğu Anadolu'da yaptığı seyahatlerinde girişimciliğe dikkat çekmiş ve onları teşebbüs-i şahsiye dediği girişimciliğe teşvik etmiştir.

Şafiilerin imama uymuş bile olsa namazdaki Fatiha'yı her bireyin okumasının dinin emri olduğuna dikkat çeker. Bunu girişimciliğe delil ve örnek gösterir. 'İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır' ayetinin de teşebbüs-ü şahsiyeye davet ettiğini nazara verir. Onları Doğu insanının dindarlığına uygun olan meşrutiyet ve hürriyete sahip çıkmaya ve girişimci olmaya çağırır.

Hür bir zeminde yola çıkan bir müteşebbis elbette başarılı olacaktır. Bunun için emniyetin tesisi şarttır. Geleceğine güvenle bakamayan bir müteşebbisin harekete geçmesi beklenemez. Nursi, 1910 senesinde Doğu ilerine yaptığı seyahat Osmanlı dönemine rastlamaktaydı.

Devletin ırkçılığa ve farklılıkları inkara dayanan politikaları yoktu ve Kürtçülüğe dayanan bir terör de söz konusu değildi. Nursi, o dönemin şartlarında hür teşebbüsü tavsiye ediyordu. 'Ağam bilir' umursamazlığını tenkit ederek herkesi hürriyet içinde kalkınmaya davet ediyordu.

'Husumet ve adavetin vaktinin bittiğini' söyleyen Nursi,'İki Harb-i Umumi, adavetin ne kadar fena ve tahrip edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı tezahür etti. Öyle ise, düşmanlarımızın seyyiatı – tecavüz olmamak şartıyla – adavetinizi celp etmesin' demektedir.

Muhabbetin sebeplerini sayarken komşuluk yanında 'iman, İslamiyet, cinsiyet ve insaniyet' gibi nurani bağlar olduğunu ifade eden Nursi, 'İman ve İslamiyet'in bu bağlamdaki önemine değinir. Devamında 'cinsiyet ve insaniyet' gibi ortak değerlerin de bütün insanları, ırkları ve dilleri ne olursa olsun, sevgi ile birleştirmesi gerektiğini ifade eder.

Bilhassa Müslümanların 'komşularını, hemcinslerini insan olmak yönüyle sevmelerinin' dinin emri ve gereği olduğuna dikkat çekilmektedir. 'Muhabbet, uhuvvet ve sevmek İslamiyyetin mizacıdır, rabıtasıdır'. Müslümanları tüm insanlarla ve bilhassa komşuları ile dost olmaya davet etmek lazımdır.

Sevgi ve muhabbetin oluşması ise ırkçılığın terk edilmesine ve farklılıkların birer zenginlik olarak kabul edilmesine bağlıdır. Doğu'nun önemli şair ve ediplerinden olan Şeyh Sadi-i Şirazi'nin dediği gibi 'İki cihanın rahat ve selametini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkarane muaşeret ve düşmanlarına sulhkarane muamele etmektir.' İdarecilerin ve devletin toplum üzerindeki en önemli görevi asayişi ve barışı korumaktır.

Müslüman ülkelerin birliğini ve beraberliğini sağlayacak, eğitime ve maddi-manevi terakkiye sevk edecek olan dindir. Dini referanslarla yapılan bir teşvik ve sakındırma halk üzerinde daha müessir olur. Birliği sağlayacak olan ancak dindir.

Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de 'İnnemelmü'minuneihvetün- Mü'minler kardeştir' buyurur. Mü'minlerin ortak inancı olan iman kalplerin birleşmesi ile sonuçlanır. Bu da toplumda birliği ve beraberliği temin eder.

Nursi bu hususu 'Tevhid-i imanî elbette tevhid-i kulûbü ister; vahdet-i itikat dahi vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder' diyerek imanın sağladığı birlik bağlarının binleri geçtiğini ifade etmektedir. İman bağı güçlü bir şekilde inananları birbirine bağlar.

İman ve vatan birliği insanların birliğini sağlayan en önemli iki amildir. En kuvvetli bağ iman bağıdır. Çünkü iman ile esma-i ilahiye sayısınca birlik bağları oluşur. Nursi bu gerçeği 'her ikinizin Halıkınız bir, Malikiniz bir, Mabudunuz bir, Razıkınız bir, bir, bir, bine kadar bir, bir. Hem peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir; yüze kadar bir, bir' Hiçbir bağ iman bağı kadar güçlü değildir.

Bir vatanda yaşamaktan kaynaklanan birlik bağı 'Köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir, ona kadar bir, bir' şeklinde ifade edilebilir. Bir vatanda yaşayan insanların birliği inanç birliği ile beraber olursa daha mükemmel ve güçlü bir şekilde vatandaşları birbirine bağlar. Buna göre de sevgi ve muhabbet oluşturur. Bir ülkede beraber yaşamak güçlü bir milleti oluşturmaz; ancak imandan kaynaklanan inanç birliği milleti oluşturur. Bunun için denilmiştir ki 'Din, dil bir ise millet birdir.'

Bütün bu gerçeklerden anlaşılmaktadır ki, Müslüman coğrafyasında birliği ve dirliği sağlamanın yolu dinden ve dine değer vermekten geçer. İnsanlar arasında sevgi ve muhabbeti oluşturmanın yolu da dinden geçer.

Bir asra varan süre devam eden cehalet, fakirlik ve ihtilaf ve bunlardan kaynaklanan istikrarsızlık ve terör çözümsüz değildir. Her şeyin bir çaresi vardır ve iyi niyetle yaklaşım sergilendiği zaman kısa zamanda çare bulmak da mümkündür. Yeter ki sağduyulu davranılsın ve akılcı bir yol takip edilsin.

Doğu'da ve Ortadoğu'da henüz bu gibi problemler ortaya çıkmamışken geleceği görerek zamanın idarecilerini ikaz eden ve ileri görüşlülüğü günümüz hadiseleri ile de tescil edilen Nursi'nin fikirlerine ve önerilerine kulak vermek zorunludur.

Nursi'nin önerilerini 'Özgürleşme, ırkçı politikalardan vazgeçerek iman kardeşliğini yeniden tesis etme, komşularımızla dost olma, din ve fen ilimlerinin beraber okutulduğu eğitim müesseseleri, sürdürülebilir ekonomik kalkınma ile hür teşebbüse önem verme' şeklinde özetlemek mümkündür. Bütün bunların gerçekleşmesi ise hürriyetçi ve katılımcı yönetimle mümkün olabilecektir, vesselam…