“ÇİZERİM” diyerek târif ediyordu kendisini sorduklarında. Çiziyordu da gerçekten. Neredeyse tüm gün hiç fasıla vermeden çiziyordu. Yorulmak nedir bilmiyor olsa da uzun aralıklarla dinlendiği oluyordu.

'ÇİZERİM' diyerek tarif ediyordu kendisini sorduklarında.

Çiziyordu da gerçekten.

Neredeyse tüm gün hiç fasıla vermeden çiziyordu.

Yorulmak nedir bilmiyor olsa da uzun aralıklarla dinlendiği oluyordu.

Ama bu bildiğimiz dinlenmelere pek de benzemiyordu.

'Kendine münhasır birisi' tanımlamasını tamamıyla hak edenlerden biriydi.

Önceden tasarlanmış, planlanmış bir çizimi tercih etmezdi.

Zuhurat insanıydı.

O sırada gönlünden ne geliyorsa onun peşinden giderdi. Bu sebeple hiçbir çizimi diğeriyle aynılık göstermezdi.

Hepsi orijinaldi. Özeldi.

Bu çizimleri hızlıca sildiği de oluyordu.

Hiç erinmeden yeniden çiziyordu ama yine her figürü farklıydı.

Hayatı kumsallarda bu şekilde akıp gidiyordu.

Herkes ona alışmıştı, yadırgayan olmazdı.

Sevimliydi de üstelik.

Çocuklar etrafında pervane gibi döner 'Hadi bir tane daha, bir tane daha' diyerek tezahürat yaparlardı.

Hiçbirini kırdığı, gücendirdiği görülmemişti.

KUM ressamıydı o.

Elindeki sopa ile dünyayı çiziyordu.

Dünyasını çiziyordu.

Kendi özel dünyasını çağın imkanları ile çok renkli sayanlar onu tanıdıklarında aslında ne kadar da siyah / beyaz olduklarını anlarlardı.

RÜZGÂR şiddetlendiğinde kum taneleri savrulduğundan çizgileri kayboluyordu.

Buna hiç mi hiç üzülmüyordu.

Zira bu alemin bir yap-boz olduğu bilincine sahipti.

Ebedîliğin, hayatın öte yakasında olduğuna inanmış olanlardandı.

Kimseyle kavga ettiğine tanık olan yoktu.

Kendisine üstten bakıp aşağılayıcı cümleler kuranlar elbette oluyordu.

'Kafayı yemiş bu' diyorlardı.

O ise 'Olmayan kafayı yemek nasıl mümkün olur ki?' diye tebessümle mukabele ederek işi tatlıya bağlıyordu.

Kendi kendini yeren, eleştiren bir melamet anlayışı içindeydi.

Taşı kendine atanlardandı yani.

YILLARCA karşılaştım bu özgün ademoğlu ile.

Zamanla muhabbeti derinleştirip yarenlik etmeye bile başladık.

Bu kadar sere serpe, rahat, kuralsız, kınama olmadan başka kaç kişiyle sohbet edebildim bilemiyorum doğrusu. Hiç yok desem gerçeği yansıtmaz ama çokça olduğunu da söyleyemem.

Adını öğrenemedim.

Israr ettiğimdeyse 'Kumda çizgi çizen adamın adı mı olur imanım. Hem az evvel çizdiğini rüzgarın tarumar ettiği kişinin adı olsa ne olur, olmasa ne? Faniyiz, fani.' şeklinde geçiştirirdi.

TUHAF bulduğum bir hali vardı ki, bunu söylemeden geçemem.

Enva-i çeşit kum üzerindeki çizimlerinden sonra kendi etrafında dönerek bir daire çizer oraya bağdaş kurup otururdu.

Yüzünü aşağıya düşürüp mahzun bir hale bürünür ve bu sırada kendisine yöneltilen hiçbir soruyu cevaplandırmazdı.

Hatta duymazdı bile.

Yapılan ikramları yine bu sırada asla kabul etmezdi.

Kendini tecrit etme durumuydu sanki bu.

O kadar dil dökmüştüm ki, yorulmuş hatta kısmen de öfkelenmiştim. Dışarıya çıkmaya ikna edememiş, bir çare bulamamış olmanın psikolojik çöküntüsü içine girmiştim.

Tam o sırada aklıma gelen şeyi son bir hamle olarak denedim.

Etrafına çizdiği daireyi bir kapı açar gibi elimle düzledim.

Yüzü aydınlandı, neşesi tekrar avdet etti ve ani bir kalkışla elimi tutup 'Hadi gidelim' dedi.

Nasıl mutlu olduğumu anlatamam.

HAYATIMIN en büyük derslerinden birini almıştım.

Etrafımıza muhayyilemiz, zanlarımız, vesveselerimiz, yanlış yargılarımız, ön kabullerimiz, eksik bilgilerimiz ile nice daireler çizip kendimizi hapsetmiyor muyuz?

Bu esaret içinde yaşamıyor muyuz?

Pek çok psikolojik hastalığa bu şekilde kendimizi maruz bırakmıyor muyuz?

Streslerimiz, kaygılarımız, korkularımız, endişelerimiz hep bu kendimizi kendimizin mahkûm etmesinden kaynaklanmıyor mu?

Yeni yılın bu ilk yazısı şu niyazla nihayetlensin o zaman.

Allah'ım.

Senin dışında itaat ettiğimiz her şeyden kurtulma, zincirleri kırma ve Sana hakiki kul olma yolunda emek vereceğimiz bir yıl nasip et bize.

Ya Selam!