Merhum üstad Mehmed Şevket Eygi ağabey bize özel bir yazısında, “Asıl İstanbul olan tarihî yarımadanın (sur içi) panaromik bir fotoğrafı çekilsin, sonra fotoşop ile cami minareleri ve kubbeleri çıkartılsın, geriye ne kalır? Çirkin mi çirkin, korkunç mu korkunç bir beton ve taş yığını… Birkaç güzel sivil bina bu manzaranın çirkinliğini değiştirmez...” diyordu.

Merhum üstad Mehmed Şevket Eygi ağabey bize özel bir yazısında,

'Asıl İstanbul olan tarihî yarımadanın (sur içi) panaromik bir fotoğrafı çekilsin, sonra fotoşop ile cami minareleri ve kubbeleri çıkartılsın, geriye ne kalır? Çirkin mi çirkin, korkunç mu korkunç bir beton ve taş yığını… Birkaç güzel sivil bina bu manzaranın çirkinliğini değiştirmez...' diyordu.

Merhum dar-ı bekaya göçeli yedi (7) ay oldu. Şimdi çok daha çirkin Istanbul... Yahu yedi ay nedir ki? Öyle demeyin, bu zalimlerin elinde canım İstanbul bırakın ayları gün be gün çirkinleşiyor, daha bir yaşanmaz hale geliyor. Zira adamların vazifelerinden bile haberleri yok.

İBB başkanı seçildiğinden bu yana İstanbul'da bulunduğu gün sayısı tatil yaptığı gün sayısı ile eşitmiş... Bu yüzden bendeniz ona (hashtag) #tatilciekrem diyorum.

Üstadın o yazısında vardı ama Ekrem öncesinde de Ekrem sonrasında da kimse ilgilenmedi, düşünmedi ve olan İstanbul'a oldu. Şöyle diyordu üstad:

'Bundan altmış yıl önce İstanbul'u kurtarmak ümidi vardı. Artık böyle bir ümide ve şansa sahip değiliz. Evet, tarihî İstanbul'u kurtarabilirdik. Nasıl?.. Sur içi bölgesi bir müze şehir olarak korunmalı ve imar edilmeliydi. Eski ahşap konakların yerine, beton veya çelik konstrüksiyon üzerine tahta kaplanmış konakvarî binalar yapılmalıydı.

Öyle şey olur mu? Niçin olmasın? Sultanahmet'te Kabasakal sokağında eski bir ahşap konak vardı. Çelik Gülersoy onu Turing Kurumuna aldı, yıktırdı, yerine eski binanın tıpa tıp benzeri, tahta kaplama, pencereleri kafesli bir otel yaptırdı.

Bütün dünya o otele hayran. Fransa cumhurbaşkanlarından kültürlü bir zat İstanbula geldiğinde o otelde kaldı.

(........) İstanbul vandalca bir modernleşmenin kurbanı oldu. Sur içinde belki de on bin kaynaktan sular fışkırıyordu. Hepsi kurudu/kurutuldu. Kuyular dolduruldu. Bahçeler yok artık. İğrenç, korkunç, çirkin, gudubet beton binalar. Gönülleri karartan, ruhlara kasavet veren beton heyûlalar...'

Maalesef (hasseten dinsiz imansızlar) İstanbul'a adeta kinlidirler ve bu İslam payitahtını taammüden tarümar ediyor, yakıp yıkıyorlar!..

Merhum bir gün 'peki, İstanbul nasıl düzelebilir?' diye hem kendine hem de işin uzmanlarına sormuş: 'Bundan yıllarca önce merhum mimar ve şehirci Üstad Turgut Cansever'e bu soruyu yönelttiğimde, acı bir tebessümle: 'Büyük bir zelzeleden sonra…' cevabını vermişti...'

Evet muhterem okurlarım, tarihî İslam payitahtı, yer yüzünün en güzel şehri İstanbul bize bir emanetti, biz o emanete hıyanet ettik...

Emanete hıyanet edenler ya Sünnetullah gereği emanet ellerinden alınarak cezalandırılır. Ki yine merhum üstadın bahsekonu yazısında var, şöyle 'Çelik Gülersoy gazeteci Mine Kırıkkanat'a ne demişti biliyor musunuz? 'Bu İstanbul'u Türklere bırakmayacaklar Mine Hanım… Gelecekler ve geri alacaklar…' (Radikal gazetesi, 7 Temmuz 2003)'

Ya da… yine Sünnetullah gereği, büyük bir afetle yok edilir ve başka nesiller gelir... Malûm, büyük bir zelzele bekleniyor şehr-i Istanbul...

Ve... korkuyoruz ama yanlış korkuyoruz!.. Depremlerden falan değil, depremleri, büyük yangınları, belalı virüsleri yaratan yegane hakim-i mutlak olan Cenab-ı Allah'tan korkalım.