EVET Mİ? HAYIR MI?

Soğuk iliklerimize işlemeye başlayınca katmerleşen dertlerimize çare olur ümidiyle dudaklarımıza kondurduğumuz zorunlu gülücükler de isyanları oynamaya başladı. Aynalara yabancılaşan, yabancılaştıkça yalnızlaşan yüzümüzü artık tanıyamaz olduk. İşte yine yeni bir yol ayrımındayız. Her birimizi toplamında hepimizi derinden ilgilendiren bir büyük konuda yine hem vicdanımız hem de çevremizle çatışmaları yaşar olduk.

Önümüze konuldu bir sandık. Sandık ki ne sandık? Perakende değil toptan yandık. Yanmakla kalsak iyi; bir de yeni ötekileştirilmelere duçar kaldık. Oldu mu ya! Biz ki bu kadar yıl devleti “baba” görmüş ve devlete “baba” demiş bir neslin efradıyız. Biz ki; tarih yapan bir milletin… Biz ki; on altı büyük devlet kurmuş bir neslin mahdumlarıyız… Yanlış mı söyledim? Yıktıklarımızı söylemedim mi? Yok, yok seninle anlaşmak mümkün değil. Gel o zaman körebe oynayalım! Siz hep kör olun, ben de hep ebe kalayım. Körebe nereden mi çıktı demeyin; siz, siz olun boyunuzu aşan nane yemeyin! Anlamadınız mı yoksa anlamazdan mı geliyorsunuz? Bakın cancağızlarım, siz çıkanın farkındasınız da gireni göremiyorsunuz. Mızrak çuvala girdi, çuvallar ambara taşındı. Kimileri kuş tüyü yataklarda yatarken kimileri uyuza alıştı. Vatandaş, açılımlı açılımsız vaatlerle tanıştı. İnsan ve İslam düşmanı teröristlerle vatan haini vampirler kan emmek için kavilleşti. Kaymağı alınan süt taştı. Geçmiş gelecekle sırnaştı. Akiller tekme yedi. İnek, dağa kaçtı?

“Hop orada durun! İneklerle uğraşmayın; bakın meraya; koyun dolu.”

“Vallahi bu konuda haklısınız. Hem, ‘kuzusuna kıymayan kebap yiyemez’, değil mi? Sonra biliyorsunuz; ‘Kesilmiş koyuna, derisinin yüzülmesi elem vermez.’ Sonra dikkat edin, kışı yaşıyoruz! Dağlarda kar diz boyu. Kuş kuşluğundan; kış kışlığından vazgeçer mi? Niye tehdit eder gibi kafa sallıyorsunuz? Ha anladım! Siz hava raporunu öğrenmek istemiyorsunuz. Yine yanılttınız. Yahu zaten yanıla, yanıla yalama olduk. Siz hâlâ uzun havanın sırası değil diyorsunuz. Ya ne yapalım? Şarkı mı söyleyelim? Hadi, o zaman hep birlikte: “Evet, mi? Hayır, mı?/ Söyle bana nedir senin cevabın/ Beklemek istemem /Ne olacak bilinmez ki yarın.”

İşte böyle cancağızım, gönül tahtlı sultanım. Öyle bir devri âlem ki; parsayı kapar tilki. Kokusu, aman Allah’ım tutmuş tabanı! Burnunun direğini sızlatır ta derinden. Yaş getirir gözlerinden.”Ulan senin çarkına da çıkınına da! ”, diyemezsin. Korku, devenin hörgücünde...

“La havle”, çekmek kim biz kim. Çene zımbalı… Sükût ikrardan diyeceğim ama ikrar Kaf dağında. Fitil lambada mahzun… Hayır, hayra alamet, evet’in kuyruğu uzun... Biz en iyisi “ha-vet” diyelim. O da ne? Ne olacak “hayır”ın “ha’sı evet’in “vet”i işte oldu “ha-vet…

“Bırak dalgayı da sadede gel!”

“ Geleceğim, geleceğim ama yolumu kaybettim.”

“Bu zamanda! Bu çağda! Yolunu kaybettiysen yazıklar olsun sana! Yahu kardeşim hangi asırdayız farkında değil misin? Bu ne inat! Bu ne biat! Anladık kitapla aran açık; geçtik interneti, şimdi akıllı telefon var. Hem Google baba… Bırak o gâvur icadını mı diyorsun. O zaman televizyonu niye seyrediyorsun? Arabaya da binme! Tamam, tamam asma suratını, bozulma! Dediğin olsun. Haydi, gelelim sadede. Sor bakalım sorunu?”

“Evet, mi? Hayır, mı?”

Sen hâlâ oradasın. Anlaşıldı! Ben, bekleyemem ki seni. Bak, yüz elli yıl mesafe var aramızda. Tamam, yine de sen, ayvayı dişliye, dişleye; geçtiğin yerleri de kireçleye, kireçleye gelmeye çalış. Hâlâ mola mı istiyorsun? Olmaz kardeşim. Daha senin alacağın çok yol var. Hem bu arada ne götürürsen kâr… Bak meydanlara… Sürüsüne bereket. Alkışlar ritmik, oylar kemik.

Sahi bu kalabalık böyle neyi alkışlıyor? Kaderini mi? Kederini mi?

Yok, yok! Biz yine şarkımızı söyleyelim. “Evet, mi? Hayır, mı?/ Söyle bana nedir senin cevabın/ Beklemek istemem/ Ne olacak bilinmez ki yarın.”

“Bu şarkı çok yeni, bununla olmaz mı diyorsun; o zaman kulak verelim Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya. Bakalım o ne diyor bu duruma: “Hak şerleri hayr eyler/ Zan etme ki ğayr eyler/ Ârif ânı seyr eyler/ Mevlâ görelim neyler/ Neylerse güzel eyler”