SEVİMLİ bir arkadaşım vardı. İnce düşünür davranışlarını nezaket imbiğinden geçirirdi. Onun bir kelamından ya da tavrından kırılan, gücenen kimseye hiç rastlamadım.

SEVİMLİ bir arkadaşım vardı. İnce düşünür davranışlarını nezaket imbiğinden geçirirdi.

Onun bir kelamından ya da tavrından kırılan, gücenen kimseye hiç rastlamadım.

Doğrusu bende incinmedim.

Eleği sıkı biriydi yani.

Ancak bir huyu vardı ki, sohbet sırasında sizi alır götürür hatıralar arasında yolculuğa çıkarırdı.

Onun bulunduğu ortamlar bu sebeple epeyce keyifli olurdu.

Zaman zaman hayretimi ifade ederdim; 'Bu kadar değerli, muhterem zevat ile nasıl tanışıp birlikte vakit geçirdiniz?' diye.

Anlatırdı.

Kimiyle seyahatleri vardı, kimiyle kitap meclislerinde müzakereleri, bazılarıyla ise sohbet ortamlarında dostlukla birlikte olmuştu.

Bizim asla ulaşamayacağımızı düşündüğümüz zevat ile onun onlarca tebessüm yüklü yaşanmışlığı vardı.

Gıpta ederdim.

İmrenirdim.

Bu düşüncemi izhar ettiğim demlerde yüzüne bir ciddiyet gelir ve 'Kurbi sultan ateş-i suzan' derdi.

'Büyüklerle ne kadar yakın olursanız ateş o kadar şiddetlidir, yakıcıdır' anlamına geliyor bu cümle.

Bunu göze almadan o hatıralar oluşmuyordu yani.

Ağır bedelleri vardı.

Fedakarlıklar gerektiriyordu.

En basiti ise dinlemeyi başarmak icap ediyordu.

Söz kesmek nezaket dışıydı.

Kısacası, edep erkan lazımdı.

YİNE bir gün o sokak benim, şu cadde senin dolaşmaya vurmuştuk kendimizi.

Hava sıcaktı.

Bir süre sonra binaların gölge yerlerinden yol alarak devam ediyorduk.

Dükkanlardan birinin önünden geçerken yaşlı bir esnaf ünledi bizi.

'Gelin hele, soluklanın.'

Davete icabet ederek içeriye girip selam verdik.

Güngörmüş biri olduğu her halinden belliydi.

Epeyce bir süre yanındaki küçük tüp üzerinde demlediği çayı bardaklara doldurmakla meşgul oldu.

Yavaş hareket ediyordu.

Arkadaşım tanınmış bir halk adamından ve onunla yaptığı uzunca çay sohbetlerinden bahsetti.

Hatıralar anlattı.

Araya nükteler koydu.

Derken zaman akıp gitti.

KALKMAMIZA yakın 'İnsan hatıralarıyla olan ilişkisine dikkat etmeli' dedi.

İkimiz birden durduk ve dikkat kesildik.

Devam etti:

'Hatıra ile münasebetimizde ibre şaşarsa kibre sürüklenme riski açığa çıkar. Geçmiş zaman yaşanmışlıklarını sürekli bugüne, şu ana, şimdiye taşıma alışkanlığı zuhur eder. Bu ise vaktin yaşanmasına ve hakikatine erişilmesine mani olabilir. Ve bu kayıpların en acıtıcısıdır.'

Başımız öne düştü tabi.

Konuşmasına neredeyse hiç fırsat vermediğimiz bu bilge kişi bize hayatımızın unutulmaz derslerinden birini büyük bir ciddiyet ve zarafet içinde vermişti.

HÂTIRALAR konusunda ipin ucunu kaçırmamak gerek.

Örnek teşkil etmesi bakımından gerekiyorsa elbette ifade edilmeli ama bu, kısa, öz ve çarpıcı olmalı.

Kendimizi hatıraların dalına kurumak için asılan bir elbise gibi asmak değil ele alınan konuya bir dürbün görevi görmesi için kısa bir bakış olmalı.

İLİŞKİLERİMİZ hatıra ilişkisi değil hatır ilişkisi şeklinde olmalı.

Gönül münasebeti, ideal, ülkü üzerinden gerçekleşmeli.

İman ilişkisi olmalı en başta…

Tevhit üzere bulunmalı.

Batılı savurma, hakikate ulaşma prensibi ile inşa edilmeli…

Hatıraları unutmak elbette vefa duygusunu zedeler ancak hatır bilinmediğinde, hakikatin hatırı yüce tutulmadığında gönlün trafiği karışır.

Bu sebeple önem atfettiğimiz, değerli bulduğumuz insanların fikirleri, mücadeleleri onlarla olan anılarımızdan önce gelmeli.

Söylediklerini anlamadığımız, hedeflerine yürümediğimiz mühim şahısların hatıralarını sürekli dile getirmek onların da istedikleri bir şey değildir zaten.

Düşmana hatıra ile karşı konulamaz ayrıca.

Sönmeyen bir aşk, bitmez bir mefkûre, pörsümeyen bir ülkü hedefimiz olmalı…

Hatırını saymadığımız, iman birliği kuramadığımız kişilerin hatırası bizi kurtarmayacaktır.

Ya Selam!