KARAMSARLIK paçalarından akıyordu. Gözünde her yer karanlıktı. Minik bir ışık bile yoktu uzaklardan görünen. Umut onu terk etmemiş olsa bile o çoktan bırakmıştı.

KARAMSARLIK paçalarından akıyordu.

Gözünde her yer karanlıktı.

Minik bir ışık bile yoktu uzaklardan görünen.

Umut onu terk etmemiş olsa bile o çoktan bırakmıştı.

Ne geleceğe güvenle bakabileceği bir kıymık enerjisi vardı ne de sırtını dayayabileceği bir ailesi veya bir dostu.

Tek başınaydı.

Az konuşurdu.

Hiç itimat etmezdi.

En çok ağaçlarla hasbihal ederdi.

Diplerinden yavaşça bakmaya başlar tepeye kadar itinayla süzerdi onları.

Ve tanırdı.

Her birine kendince isimler vermişti. Bu adlarla onlara seslenir hatırlarını sorardı.

Arada durur ardından devam ederdi konuşmasına.

Onların cevabını dinliyordu belli ki…

Bizim duymadığımız sadece kendisinin işittiği cevapları…

Yaşadığı barakanın etrafı gökyüzünü mesken tutmuş çeşitli cinste ağaçlarla doluydu.

Ziyaretlerini bu cinslere göre gerçekleştirirdi.

Her gün bir bölüme ayrılmıştı yani.

Bu mükaleme gün boyu sürerdi. Burada bir problem görülmeyebilir ama yıllarca aynı rutini nasıl devam ettirilebiliyordu, işte buna şaşırıp kalıyordum.

Her defasında aynı ağaçlara ne kadar farklı soru sorulabilirdi ki?

Ve aynı şekilde cevaplar ne kadar değişebilirdi ki?

HEPİMİZİN kendimize göre kurduğu bir dünya var elbette…

Mutlu olduğumuz, değer bulduğumuz, ait hissettiğimiz, kendimizi bununla tanımladığımız…

Ve…

Rutinlerimiz…

Yani aslına bakacak olursak ne kadar farklıyız acaba?

Böyle kişilere şaşırdığımız kadar kendimize de şaşırdığımız, hayretler içine düştüğümüz oluyor mu hiç?

Her sabah işe gitmek için aynı saatte kalkıp pürtelaş bir vaziyette güne başlamıyor muyuz?

Yoğun trafik çilesi aynı değil mi?

Kahve içme saatlerimiz belirli değil mi mesela?

Hatta bununla övünmüyor muyuz, günde şu vakitlerde şu kadar içerim diyerek…

Her yemek sonrasında bir bardak sıcak çay olmazsa olmazlarımız arasında değil mi çoğumuzun?

Kıyafet seçimlerimiz ve giyim şekillerimizde aynı esas geçerli değil mi?

Aynı berbere gitmiyor muyuz bize uzak bile olsa?

Yaşadığımız semtlerde çokça alternatif olmasına rağmen yine ayağımızın alıştığı lokantayı tercih etmiyor muyuz? Hatta sipariş ettiğimiz yemekler bile genellikle aynı olmuyor mu?

Sevdiğimiz kahveye uğradığımız vakit sürekli oturduğumuz masaya biri kurulmuşsa hafiften canımızın sıkıldığı vaki değil mi?

Bardak tercihlerimiz bile kolayca değişmiyor.

Camiye niyaz için vardığımızda az çok oturup boyun büktüğümüz nokta belli değil mi?

Demem o ki, hepimizin belirli rutinleri var.

Âdetlerimizi tekrarladığımız anlardan oluşan bir hayat yaşıyoruz.

Ama harcadığımız zaman asla aynı değil.

Gün ve ay isimleri ile saat açısından zaman dilimleri birebir olsa bile hayat tekrar değil.

Her bir an özel.

Yeni yaratım.

Ve elbette yeni sorumluluklar…

Kısacası tekrarlayarak yaşadığımız ama esasen yeni ve taze olan bir hayat yaşıyoruz.

Peki, bunun farkında mıyız?

Ya da ne kadar farkındayız ve çemberi kırabilmek için neler yapıyoruz?

'GÖL dondu' diyordu.

Ağaçlarla biten her konuşmanın sonunda 'Göl dondu ve ben oraya çivilendim' diyordu.

Esas odaklandığım nokta burası.

Göl dondu mu?

Kim dondurdu?

Yoksa biz zihnimizle gayet canlı ve akışkan suların dolup taştığı gölü donmuş mu sayıyoruz?

Fena bir yanılsamanın içinde miyiz?

Gündelik hayatımız bu dondurulma işleminden ne kadar etkileniyor?

Kültür yaşamamız bakımından durum aynı mı?

Dini hayatımız ve onu pratiğe dökme biçimimiz yine bu şekilde yaralı mı?

Yeni ve doğru bilgileri görmezden gelerek eskilerine sıkı sıkıya sarılmamız bizim içinde gölün donduğunu mu gösteriyor?

Göl donmadı.

Hayat her an yeni bir oluş halinde deveran edip akıyor.

Onu donduran biziz.

Zihnimizin kötü bir oyunu bu.

Kurtulmak niyazıyla inşallah.

Ya Selam!