ÇOCUKLUK yıllarımın en hüzün verici ve kıyıcı duygularından birisinin sonra ki yıllarda ilgili uzmanlarca “Boş Yuva Sendromu” veya “Boş Ev Sendromu” şeklinde tanımlandığını gördüm.

ÇOCUKLUK yıllarımın en hüzün verici ve kıyıcı duygularından birisinin sonra ki yıllarda ilgili uzmanlarca 'Boş Yuva Sendromu' veya 'Boş Ev Sendromu' şeklinde tanımlandığını gördüm.

Bir müddet için yaşadığı şehirden baba ocağına misafir olarak yelen akrabalarımın izin süreleri bitip döndüklerinde eve gelip giremezdim.

Minibüsle onları yolcu ettikten sonra akşama kadar bunu başaramazdım.

Oturdukları minderin, yaslandıkları yastığın boş olması yüreğimi kıyım kıyım keser gibi acıtırdı.

Dayanamazdım.

Kaldıramazdım.

Kendimi akşamın karanlığına kadar oyuna vurur yorgun bir halde gözlerime uyku için söz geçiremediğim bir zaman diliminde ancak eve gelebilir, uzandığım yerde sızıp kalırdım.

Bu bir süre böyle devam edip giderdi.

Gelmeleri muhteşem ama gitmeleri yıkıcıydı.

Alıştın mı derseniz, hayır, alışamadım.

O günlerin benim üzerimdeki travmatik etkisi olsa gerek acı acı kalkış düdükleriyle hareketlenen trenlere asla dayanamam.

Bu bir film sahnesi bile olsa gözyaşlarıma engel olamam.

Sırf bu sebeple vedaları sevmem ve bunu gerçekleştiremem.

BOŞ EV SENDROMU deniliyormuş buna.

Daha çok ebeveynler üzerinden tanımlanmış klinik bir teşhis.

Çocukların askerlik, eğitim ve evlilik gibi sebeplerle evden ayrılmaları neticesinde yaşanan hüzünlü, depresif ruh hali…

Böyle tarif ediliyor.

KAYIP duygusunun derinden derine insanın içini kazıması anlamına geliyor benim için.

Acıtıcı.

Yıpratıcı.

Müthiş bir boşluk hissi…

Dayanılması mümkün olmayan ve doldurulmasının imkan dahilinde bulunmadığı bir kıvranma deneyimi.

Kaygıları harekete geçirici bir yanı da var.

Vesveselerin insanın başına her yandan arıların istilasına uğraması gibi üşüşmesi durumu.

Baş etmesi kolay değil.

Zira insan buraya tüm latifeleriyle odaklandığı için başka bir şey düşünemez hale geldiğinden bir nevi zihni hapishanede mahkûmiyet gibi.

SEBEPLERİ var elbette.

Üzerinde düşünülmesi ve çözümlerinin geliştirilmesi lazım gelen bir husus.

Evvela bağımsızlık kazanamayışımız geliyor.

Bunun tersi ise bağımlılıklara müptela oluşumuz demek. Ya da buna açık bulunmamız.

Bu ise özgürlük konusunu yeniden masaya yatırmamızı mecburi kılıyor.

Diğer bir sebebi kimlik oluşturamayışımız.

Kendimize özgü, fıtratımıza uygun, hayatın doğal akışını dikkate alarak bilgiye dayalı sağlıklı bir kimlik oluşturabilme hususunda zaafa düşmemiz.

Bir başka neden ise özgüven sorunlarımız.

ÇÖZÜMSÜZ değiliz.

Yeter ki, niyetimiz sahih olsun.

Kendimize doğru ve sahici yeni roller tanımlayarak işe koyulabiliriz.

Yine kendimize doğru bir keşif yolculuğu başlatmak bir başka çözüm olacaktır.

Gizli yanlarımızla tanışmamız örneğin…

Kaynaşmamız hatta.

Hayatımızın kalitesini düşürüp yükümüzü gereksiz yere arttıran kontrol dürtülerimizden vazgeçebilmek ise bir başka sonuca götürecek yol.

Ayrıca bu hususta uzmanlarca yazılıp çizilen metinler çıkışımızı kolaylaştıracaktır.

Yine de sonuçsuz kalmışsak profesyonel bir destek çok işe yarayacaktır.

BOŞ KALP SENDROMUNU ne yapacağız peki?

Boş ev sendromundan daha mı önemsiz?

Daha mı az etkiliyor yaşantımızı?

Hayattan koparmıyor mu?

Bizi amaçsız bırakmıyor mu?

Ağız tadımızı kaçırmıyor mu?

Boş ve avare kasnak gibi kendi etrafımızda döndürüp durmuyor mu?

KALP…

Göğüs boşluğunda, iki akciğer arasında, vücudun her yanından gelen kanı akciğerlere ve oradan gelen temiz kanı da vücuda dağıtan organdan bahsediyor değiliz.

Meselemiz başka.

Ve daha ehemmiyetli…

Kalp, manevi merkezimiz.

Bize bahşedilen en mühim cevherimiz.

Bizi biz yapan en önemli yanımız.

Ve DİKKAT…

En fazla ihmal ettiğimiz latîtefelerimizden…

ESASEN olmadık şeylerle doldurduğumuz yer…

Âdeta çöp kutusuna çevirmişiz.

Elimize ne geçmişse oraya boca etmişiz.

Tıka basa doldurmuşuz.

KRİTİK soru şudur:

Kalp olması gerekenlerle mücehhez kılınmamışsa…

Davet edilmesi ve büyük bir ihtimamla misafir edilmesi gerekenler dışarıda bırakılmışsa…

Bu tıkış tıkışlık hali DOLULUK manasına gelir mi?

HAKİKATLE bezenmeyen kalp boş değil midir?

Akıl ve ilimle desteklenmeyen yürek dolu mudur?

Sevdanın tepelerine aşkın ve imanın burcunu dikememiş olmak yenilgilerin yenilgisi sayılmaz mı?

Kur'an-ı Kerim'in aydınlatıcı ışığından kalbimizi uzak tutup mahrum bırakmak fukaralığın en dibi değil midir?

Fahr-i Kainat Efendimizin kalplerimize üflediği tevhit nefesine yüreğimizi tutmamak hayat çöllerinde imansız kalmak anlamı taşımıyor mu?

Ve bu çağda yaşamış olduğumuz bizi kıvrandılar acılar…

Tüm bunlar BOŞ KALP SENDROMU sayılmaz mı?

Demem o ki; vahyin ışığından mahrum kaldığımız müddetçe kalplerimiz bu sendromdan kurtulamayacak.

Biz dolu saysak bile gerçekte durum değişmeyecek.

Ya Selam!