İlkelerini kaybedince insan, neyi tutacağını, nasıl tutacağını, neden tutacağını ve nereye kadar tutacağını bilemiyor. İlkeyi kaybettiyse kaybedeceği başka hiçbir şeyi kalmıyor çünkü...

İlkelerini kaybedince insan, neyi tutacağını, nasıl tutacağını, neden tutacağını ve nereye kadar tutacağını bilemiyor. İlkeyi kaybettiyse kaybedeceği başka hiçbir şeyi kalmıyor çünkü. Tıpkı, ısrarla konuşmak istemediğim, şehit cenazelerinin üzerinden ortaya çıkan tablolar ve kurulmayası cümleler gibi!

İlkelerini yitirince insan, mubah kavramını kazanıyor anladığım kadarıyla. Çünkü en kolay 'hırsız' diyebilen, en kolay 'satılmış' diyebilen, en kolay 'cahil' diyebilen, en kolay 'hain' diyebilen insanların bir ilke üzerinden hareket ediyor olmaları imkan dahilinde değil. Olsa olsa ilkesizlik kanserine yakalanmışlar ve dördüncü evreyi yaşıyorlar.

İlkeler demişken, kimse felsefi veya sosyolojik kavramlarla gözünüze işkence edeceğim vehmine kapılmasın. İlke işte... Düz. Ağaç dikmenin gerekliliklerini, ağaca azıcık ilgisi olan herkes bilir. Ve kimse bir metre kar altında ağaç dikmez! Çünkü o işin mevsimi bellidir.

Keşke, gölgesinde oturduğumuz ve bir süre sonra kesip kereste veya odun yapacağımız ağaca gösterdiğimiz hassasiyeti, bizi bir ve beraber tutacak olan değerlerimize de gösterebilsek! Bu arada, 'ağaç kıymetsizdir' manasına gelecek bir şeyler söylemeye çalışmıyorum!

Tabiata karşı açtığımız savaşı kaybettiğimizde anlayacağız; toprağa, yaprağa ve suya nasıl kötülük ettiğimizi ve yok olmaları için pervasızca mücadele ettiğimizi. Mesela bu izahı buraya düşme zorunluluğum da geldiğimiz noktayı ortaya koyma adına vahim bir misaldir.

Bu hafta, geçtiğimiz haftalara oranla -oranla dedim, alışılmış rezilliğimize bakın- daha fazla şehit haberiyle karşı karşıya kaldık. Yine birileri adına utandık. Hem cenazeleri hem de mirasları adına maruz kaldığımız çirkinlikler, içini boşaltamadığımız herhangi bir şeyin kalıp kalmadığını da merak ettirdi.

Sizler bu satırları okuma zahmetinde bulunduğunuzda utanmak zorunda kalacağımız daha neler yaşanacak bilmiyorum... Umarım olmaz. Umarım, 'yazmayacağım' dediğim bu konudan uzaklaşma fırsatım olur. Umarım daha az acılı veya az utanılacak olaylar ve olgular üzerine cümleler kurmaya çalışırız.

Ne sokağın ne salonların muhafaza etmeyi çoktan terk ettiği ilkeler zincirinde bu hafta şehadet, göç ve merhameti tüm dünyaya ilan ederek imha ettik. Tıpkı, verimli alanlara apartman dikmek kadar büyük bir cinayet işledik. Hep birlikte, bir diğerine yüklendik. Twitter'da gördüklerim moral kaynağı olacakken, paylaşımların hemen yanı başına düşen alışılagelmiş acımasızlıklar, nefes almak kadar diri ve vazgeçilmez olan umudumu muhafaza etme hakkımı elimden alıyor.

Halbuki biz, adalet ve merhamet medeniyetiyiz. Biz şaşırtmaya devam etmeliydik dünyayı. Tüm dünyaya inat, ağdalı cümlelerden uzaklaşıp nasıl davranmalıysak öyle davranmalıydık. Yapmadık.

Sözün burasında yine çıldırarak izah edeyim ki mevcut askeri harekatla hiçbir problemim yok. Tek aslanımızın bile ayağına değecek taşa razı değilim! Derdim, tarihin içinde bir nokta bile sayılamayacak olaylar için bizi biz yapan direkleri balyozluyor oluşumuz.

Başa dönmeyecek olursak, derdimiz kişiler, kurumlar, oluşumlar olmaya devam ederse hakikat yerine, yanlışın yanlışlığı yerine; adresin bizden olup olmamasıyla meşgul kalmaya devam ederiz. Bu da kaybettiğimiz bir başka sınav anlamına gelir! Değil mi?