KONUŞMADAN kesilmişti. Tek bir hecesini dahi duymuş değildim. Buna rağmen çok derin bakardı, bir o kadar da anlamlı.

KONUŞMADAN kesilmişti.

Tek bir hecesini dahi duymuş değildim.

Buna rağmen çok derin bakardı, bir o kadar da anlamlı.

Bakışları gözlerinin içine adeta girer, tüm hücrelerini ziyaret eder ardındansa kalbinde karar kılardı.

Anlardın.

Anlaşılırdı.

Hatta bu bakışlara cevap verebilmek için dakikalarca kimi zaman ise saatlerce konuşma, cevap verme arzun depreşirdi. Ama buna hiç gerek kalmazdı genellikle… Zira sen cümlenin henüz birkaç kelimesini dudaklarından dışarıya saldığın vakit o zaten anlardı.

Yarıda kalırdın ama asla yarım kalmazdın.

Sessiz bile olsa tamamlanmış cümlelerin sahibi olduğunu dibine kadar hissederdin.

Böylece kelime seçimi, doğru bir kombinasyon kurma, sözü etkili hale getirmek gibi çabalara gerek kalmazdı.

YÜZÜ harita gibiydi.

Tanımayıp ilk kez görenler tarafından bile bilindik bir sîma gibi algılanırdı.

O gözünün içinden gönlüne yolculuklara çıktığında sen onun yüz haritasında dolaşırdın ama ilginç olan şu ki, sanki her defasında başka bir coğrafyada seyahate çıkmış gibi hissederdin.

Bu muhteşem bir yolculuktu.

Bıkmazdın, usanmazdın, hep devam etmesini arzulardın.

Kişiyi içine muhabbetle çeker, yine aynı şekilde sevgiyle uğurlardı.

MİMİKLERİ seni bir tiyatro solunda olağanüstü bir oyunun seyircisi gibi hissettirirdi.

Her duyguya, her cümleye, hatta her kelimeye uygun bir mimik nasıl bulunurdu o alfabeden bilmiyorum ama durum tam buydu.

Bu mimikler rahatlıkla seni hüznün her tonu ile tanıştırırdı.

İlk bahar mevsiminin en neşeli ve yeşili bol günlerini yaşarken aniden seni hazanın derin kederlerine taşıyabilirdi.

Kurumuş bir yaprak gibi dalından koptuğunu hissederdin.

Rüzgarın koynunda oluşunu mesela…

Köhne kuytulara savruluşunu…

Avareliği…

Bir başına olmayı…

Kırılan kanatlarının acısını en derininden yudumlardın…

Sadece bu mu, hayır.

Coşkunun da bu mimiklerle en afilisini yaşardın.

Çıkıp yücelere seyran ederdin.

Gönlünde bir bayram yeri kurulurdu ki, unutulası değil.

SÖZÜ yormak istemiyor diye düşünüyordum ilk zamanlar.

Dolayısıyla bizleri…

Konuşanlar, en alengirli cümleleri kuranlar ne kadar anlaşabiliyor ki zamanımızda o buna tenezzül etsin diyordum.

Kısmen de haklı gördüğüm zamanlar oluyordu ama kimi zamanda sessiz, sözsüz bu kadar muhteşem hitabeler sunan bu kişi acaba diline kelimeleri düşürüp bize sunsa nice olurduk diye düşünmekten de kendimi alıkoyamıyordum.

Ama bunlar durumu değiştirmedi.

Bizler onu sevenlerle birlikte bu muhteşem 'Sükûti Sohbetlerin' müdavi olduk.

Ve bundan hiç pişman olmadık.

YILLAR sonra onu bizden çok evvelce tanıyan bir ağabeyle karşılaştım.

Oturduk.

Yüreğimizden ona kuşlar uçurduk.

Birikmiş selamlarımızı ve muhabbetlerimizi o kuşların kanatlarına iliştirdik.

Ulaştığından eminim, zerre şüphem yok.

Kalkarken bu ağabeye yine sormadan edemedim tabi neden kelimeleri kendinden hicret ettirdiğini…

Dedi ki; büyük travmalar yaşamış çocukluk ve gençlik yıllarında ve devam etmiş.

Ağır sözler işitmiş.

Yaralanmış.

Kandan kundaklara belenmiş.

Kendisi hem kendisini hem de söze aşina olan dostlarını bundan korumak istemiş ve 'Hamuşan' olmayı ölmeden önce tercih etmiş.

Birazcık düşündüğünde insan bu alemde Cenab-ı Allah'ın ne kulları var demekten kendini alamıyor.

Ya Selam!