HARİKA bir ressamdı. Karakalem çizimleriyle başlamıştı bu işe ama bunu hiç bırakmamıştı. Zamanla sulu boya, yağlı boya ve teknolojinin sunduğu imkânları kullanarak nice eserler vücuda getirmişti ancak karakalem çizimlerinden hiç vazgeçmemişti.

HARİKA bir ressamdı.

Karakalem çizimleriyle başlamıştı bu işe ama bunu hiç bırakmamıştı. Zamanla sulu boya, yağlı boya ve teknolojinin sunduğu imkanları kullanarak nice eserler vücuda getirmişti ancak karakalem çizimlerinden hiç vazgeçmemişti.

Bu onun esasen bir not tutma biçimiydi.

Geçtiği bir sokağı yanında sürekli taşıdığı defterine çizmediği hiç olmamıştı.

Bazen insanların geçerken hiç bakmadığı kendini ha bıraktı ha bırakacak gibi duran bir duvarın karşısına geçer, telaş etmeden oturur, onunla bir röportaj yapar gibi konuşarak çizerdi defterine.

Ahşap yapıları pek bir severdi.

Onlarla sohbeti daha esaslı ve daha derin olurdu.

Ayrılan süre de elbette buna göreydi.

Onlarla bir ünsiyet geliştirirdi, tanış olurdu.

Hatta onlara kendince isimler verirdi.

Sonraki vakitlerde yanlarından geçerken ismiyle hitap eder, selam verir, selam alırdı.

Belki de dertleşirdi, kim bilir?

Eğer böyle bir muhavere olmamış olsa bu kadar zaman nasıl bakışarak oturabilirlerdi ki?

Her duvarın, her yapının bir hayat serencamı vardı.

Esaslı hikayeleri mevcuttu.

Neler görüp neler geçirmişlerdi ki, bunları sadece ehline fısıldarlardı.

Önlerinden nice faniler geçti, nice kendini ölümsüz addeden kişiler gölgesinde nefeslenmişti.

Yağmurdan kaçanları az mı misafir etmişlerdi örneğin?

Ya saklambaç oynayan çocuklara az mı yarenlik etmişlerdi?

Rızkının peşinde koşup akşam evine ekmek götürmek için kan ter içinde kalan nice seyyar satıcıyı yine aynı şekilde gölgelendirmiş, dinlendirmişlerdi.

Tozun dumana katıldığı kavgalara, suçlamalara da elbette tanıklık etmişlerdi ama iş buraya gelince ketumlukları tutardı.

Sır vermezlerdi.

Karakterli bir duruşları vardı.

Kim onları cansız ve duyarsız görmüşse yanılmıştı.

Hem de fena halde!

Onlar gerçek bir tanıktı. Hayata şahit idiler.

İşte bu sebeple neler söylediklerini sadece sessizliğe aşina olanlar duyabiliyordu.

Bir süre sonra yaşlandı, dizlerinde derman kesildi.

Hayatın yorgunluğu çöktü omuzlarına.

İstanbul'dan ayrılıp yerleştiği Adapazarı'nda halkın gelip geçtiği bir yerde kendine bir tabure buldu ve portre çizmeye başladı.

Kazandığı üç beş kuruşa kanaat ederek yaşayıp göçtü bu diyardan.

O gün yanına uğradığımda şaşkındı. Hayret içinde anlatmıştı az evvel tanık olduğu hadise sebebiyle.

Az gören gözleriyle seçebildiği kadarıyla saçına ve sakalına kar yağmış biriydi. Beli bükülmüştü. Gelip karşına oturmuş ve başındaki kalpağından bir Çerkes ağası olduğu izlenimini veren bu kişi 'Sesimi çizebilir misin?' diyerek gürlemişti.

Bu Nazım Hikmet'in 'Saman Sarısı' şiirinde 'Bana mutluluğun resmini yapabilir misin?' demesi gibi bir şeydi.

SES çizilebilir miydi gerçekten, bilmiyorum.

Konuşmada ses önemli, tonlama mühim, seçilen kelimeler ehemmiyetli…

Ayrıca ses tonu da parmak izi gibi kişiye özgü.

Tonlama anlam farklılıklarını oluşturuyor. Cümlenin soru işareti ile mi bittiği ya da bir kararda mı sonlandığı belirleyici. Bir soru bazen kişinin üzerine çektiği stres yükünü de ifade edebiliyor, umursamaz oluşunu da. Yani kelimeler ve tonlama, söyleyişteki eda önemli. Bu konuda uzman olanlar ses tonunun pek çok bilgiyi barındırdığını söylüyorlar.

Ses ruh haritamızın çizgileri gibi…

İyi bir ses tonu mutluluk bahşederken kötü bir ses ve tonlama kişiyi huzursuz edebiliyor.

O gün ihtiyar bilgenin sesine göre bir portre çizip kendisine takdim etmiş.

Oradan tebessümle ayrıldığını ve iyi bir bahşiş bırakarak ayrıldığını aktarmıştı.

Demek ki, başarılıydı.

Ve ses çizilebiliyordu.

FARUK ERÇETİN aklıma düştü bunları anlatınca.

Aslında tersi oldu galiba. Onu tanıyınca bunlar üşüştü zihnime.

O da bu sesi duyan ressamlardandı. Kendisi de sessizceydi.

Onu hayatın kıyısında sanırsınız ama esasen öyle değildir. Ya da şöyle diyelim; bugünün kıyısında ama dünün tam ortasında, göbeğindeydi.

Kendine özgü giyim şekli, kendine mahsus konuşması ve yine kendine özel çizimleri var.

İstanbul yareni diyebiliriz ona rahatlıkla.

Üsküdar'ın yolları, çıkmaz sokakları, harabe olmaya yüz tutmuş mekanları, dünden bugüne ses veren tarihi yapıları tanır onu.

Bir atölyesi var ama gerektiğinde gider, zira çalışma alanı daha çok sokaklardı.

Demem o ki, seyretmekle tablolarına doyum olmayan ressamların kendi iç dünyaları da bir o kadar muhteşem tablolar barındırıyor.

Tuval üzerinde gördüklerimiz onların bir minik yansıması sadece.

Sakarya'da tanıdığım ressam sesin resmini çizmişti. Belki de Faruk Erçetin de çiziyordur.

Ya Selam!