ANADOLU insanı arasında hayatı içeriden kavrayıp yakalayan pek çok kişi vardır. Uzaktan bakıldığında pek fark edilmezler.

ANADOLU insanı arasında hayatı içeriden kavrayıp yakalayan pek çok kişi vardır.

Uzaktan bakıldığında pek fark edilmezler.

Kendi hallerinde yaşayıp giderler. Kabarıp kubarmaya tenezzül etmezler.

Riyayı kapıdan içeriye sokmazlar.

Kimselerle yarışa girmek ve onları geride bırakıp ünlenmek gibi bir tasaları olmaz.

Mücadeleleri daima kendileriyledir.

Bacaları dışarıya değil içeriye tüter bu kişilerin.

Sorulmadıkça konuşmamayı yeğlerler. Sorulduğunda ise kendilerinden beklenmeyen yükseklikte cevaplar verirler ama mütevazılığı da elden bırakmazlar.

Onlar nutuk değil hal ehlidirler. Yani evvela sözü kendilerine söylerler.

Başkalarına ise deneyimlemedikleri, müşahede etmedikleri, artısına eksisine tanık olmadıkları, muhasebe etmedikleri, yapı analizlerini gerçekleştirmedikleri sözleri söylemezler.

Kısacası onlar sadece hazmettikleri, içselleştirdikleri ve yararını gördükleri tecrübelerini paylaşırlar.

Sözleri kısa ama her daim manası uzun ve derin olur.

Kıyafetleri sadedir.

Toplumla hemhaldirler.

Kisvelerle öne çıkıp gizli üstünlükler taslamaktan beridirler.

Yüzleri yere doğru bakar.

Toprağı önemserler ve bundan sebep toprak gibi olmayı tercih ederler. 'Ebu Turap' lakabı ile anılan Peygamber hanesinin kutlu erlerinden Haydar-ı Kerrar Hz. Ali'ye sahih bir mensubiyet hissiyle bağlıdırlar.

Bağrı taş değil topraktır bu kişilerin. Bundan dolayı çiçek kokuları barınır yüreklerinde.

Elleri nasırlı olabilir ama gönül çerağları her dem yanar.

BU insanların duaları da farklıdır.

Sadedir.

Kelimelere boğmazlar.

Kabartıp köpürtmezler.

Süslü cümlelerle anlam çarpıtması yapmazlar.

Bağırıp çağırarak yakarmazlar.

Yürekleri yangın yeri olduğundan ateşlerini setretmeyi tercih ederler.

Sütre gerisinde genellikle saf tuttuklarından göz önünde olmazlar.

Kıyıda yaşamayı tercih ederler.

Kendilerini kendilerinden olanlardan korumak için korumayla gezmezler.

YILLAR evveldi.

Bir dostlar topluluğu ile Kütahya'ya ziyaretimiz olmuştu.

Yüzünde biriken çizgilerden hayatın derinlerinden geldiği hemen anlaşılıyordu. Herkes masada şöhretlerin yanında sandalye kapma yarışına girdiklerinden en uçta kenarda kalmıştı.

Yanına ilişivermiştim bu nur yüzlü ninenin.

Sanırım önce gönülden gönüle sessiz bir selamlaşmamız olmuştu.

Ardından göz göze gelmiştik ve gözesinden ne kadar güçlü ve bereketli suları saldığını fark eder gibi olmuştum.

'Sizi ilk defa görüyorum galiba validem' diye söze peşrev kabilinden bir cümle kurmuştum mindere çekmek için. Tebessüm ederek 'İmanım, büyüklerin yanına sık gidilmez' deyivermişti.

Anlayamamıştım tabi.

'İnsanlar değer verdikleri hocalarının, feyz aldıkları mürşitlerinin yanına sık gitmeyi ve hep görülmeyi marifet sayarlar ama bu doğru değil' diyerek devam etmişti.

'Neden peki?' demiştim açması için.

'Erenlerin söylediği sözler demir leblebidir evladım. Aldığın sözü anlayıp hazmetmeden, hayatına katık etmeden tekrar gitmek caiz değildir. O sebeple ben aldığım sözü anlayıp hazmedene kadar tekrar gitmem' demişti.

Ninenin irfan derinliği beni mest etmişti.

Bulunduğum topluluğun içinden adeta kopmuş, konuşulanlara uzak kalmış ve sadece ona odaklanmıştım.

Ayrılık vakti gelmişti.

Elini öpüp müsaade istemek için sarıldığımda kulağıma şu duayı fısıldayarak bırakmıştı:

'Sadrın azim olsun imanım.'

Bu niyaza amin denmez mi hiç?

Yüz bin kere amin, amin.

Dedim ya Anadolu insanının duası bir başkadır.

Ya Selam!