Mülteci veya sığınmacı  meselesi dünyanın en önemli sorunu, hatta bu yüzyılda yaşam standartlarındaki  uçurumdan dolayı dünyanın fonemedir. Göçmen sorunu ve Mülteci sorunu farklı şeylerdir.

Mülteci veya sığınmacı meselesi dünyanın en önemli sorunu, hatta bu yüzyılda yaşam standartlarındaki uçurumdan dolayı dünyanın fonemedir. Göçmen sorunu ve Mülteci sorunu farklı şeylerdir. Türkiye'nin göçmen değil mülteci sorunu vardır. Eğer mülteci sorunu çıktığı yer minvalinde çözülmese önümüzde dönemde göçmen sorunu olarak ortaya çıkacak. Özellikle ikinci jenerasyon everesinde ise bu kimlik, kültürel, eğitim, hatta siyasi talep tarzında Türkiye'nin önünde durmaktadır.

Mülteci meselesine siyasi iktidar ve çevresi daha çok tarihsel selektik bağlamında yaklaştı. Bu daha çok ensar-muhacir örneği üzerinden bakılarak belli STK'lar üzerinden biyolojik ve fiziki ihtiyaçları karşılama bağlamında dar bir çerçevede kaldı. Özellikle sınırda bekletilen Suriyeli göçmenler ki (2011-2013 arasında ) ülkenin büyük şehirlerine yerleşmelerine dönük önlerin açılması sonunda hemen hemen her şehre yayılmışlar; ama özellikle iş kolunun yaygın olduğu şehirlerde yoğunlaşmışlardır. Buralarda da özellikle aynı mahallerde yaşayarak yoğun olarak yaşadıkları şehirde gettolar oluşturmuşlardır. Bu durum özelikle yönetimin açık mülteci politikası bağlamında Suriyelilere ek Afrika, Irak ve Afganistan kökenli muhacirler ile bugün kayıtlı 5 milyon kayıtsız daha yüksek mülteci sayısından bahsediliyor.

Özellikle ABD, AB ve İngiltere'den yükselen sesler üst üste değerlendirildiği zaman Türkiye'ye dönük mülteci politikalarının bilinçli bir yaklaşım içerdiği ve Türkiye'nin demografik yapısını oynamaya dönük olduğu anlaşılıyor. İktidar cephesinden gelen sesler ise sanayinin dayandığı insan ihtiyacı, ensar, imparatorluk mirasçısı hoş görü kültürü, mazluma sahip olma, tarihsel seçicilik ile de tarihteki Anadolu'ya gelen mülteciler bağlamında ele alınılmıştır. Kısmen de ABD ve AB ilişkilerinde yaşanan sıkıntılı süreçlere bağlı olarak diplomatik ilişkileri düzeltme bağlamında bir araç olarak kullanılmıştır. Hülasa yönetim çelişkili söylemler ve uygulamalarla meddi-cezir içinde kalıp, yeksana bir politikası olmayıp geleceğe dönükte çok yönlü entegrasyon veya tampon bölgelerde yerleştirme veya geri gönderme gibi politikalarda görülmemektedir. Muhalefet cephesinde ise yakın zamana kadar iktidar gibi anı yaşamak üzere bir yaklaşımı olduğu için bu konuyu Türkiye'nin en can alıcı meselesi olarak göremedi. Geçen yıl Gaziantep ve bu ay içinde Ankara Mamak'taki mülteci göçmen gettolarında ortaya çıkan nahoş ve üzücü hadiselerden sonra ancak sığ 'mültecileri davulla zurna ile göndereceğiz' şeklinde söylem geliştirdiler. Toplumun bu konudaki hassasiyetini görerek çözüm üretme içine girdiler ancak bu çalışmalar hala emekleme aşamasındadır.

Kuşkusuz tarihsel olarak Anadolu göç sorunu ile il defa karşılaşmıyor. İslami dönemde Moğol saldırıları sonrasında Anadolu'ya büyük bir göç vuku buldu. Özellikle bu göçler uç bölgesine yönlendirilerek bakire toprak parçası olan Marmara ve uçlara yerleşerek Anadolu beyliklerinin ortaya çıkmasını sağladılar. İstanbul'un fethi ile Osmanlı sempatisi ve fetih müjdesine bağlı olarak ta İstanbul'a belirgin bir aydın ve sanat ehli göçü buldu ise de buda dönemin siyasi iktidarının yetişmiş insan ihtiyacı bağlamında gelişti. Osmanlı'nın düzenli iskan politikası ve entegrasyon politikaları ile bunlar Osmanlı kimliği içinde sisteme enerji ürettiler. Benzer bir durum Mısır'ın fethi ve Halifeliğin Osmanlılara geçmesi ile de aydın ve ehli hiref göçü vuku buldu ve reel politikalarla bu durum yönetildi. 17 yüzyılda Ermeni mültecileri ve 18.asır başında Macar mültecileri de devlet-i alinin klasik iskan politikaları bağlamında yürütüldü. Burada dikkat edilirse göç hadisesi insan ihtiyacı ve reel iskan politikası bağlamında geliştiği görülmektedir. Birilerinin ifade ettiği gibi saldım çayıra mevlam kayıra şeklinde bir yaklaşım değildir. Tarihsel hadiseleri ele alırken ve seçicilik yaparken anakronizme düşmemek gerekir. Diğer taraftan 18 ve 19. yüzyılda Balkanlar ve Kafkasya'dan gelen göçmenlerle bugünkü mülteci meselesini karşılaştırmak tam bir garabettir. Hatta bu konunun bazı akademik ve siyasi unvan sahibi kişilerce gündeme getirilmesi tam anlamı ile cehalettir. Osmanlı hem bunların iskanı ve hem de terk ettiği kadim topraklardaki insanını koruma bağlamında reel politikalar geliştirmiştir. Cumhuriyet döneminde Atatürk, İsmet Paşa ve Turgut Özal döneminde Yunanistan, Yugoslavya ve Bulgaristan'dan göçler ise gerekçeleri ve dinamikleri farklı gelişmelerdir. Bunlarda özellikle kadim topraklarımızda yani diasporadaki insanımıza dönük çok yönlü politikamızın olmaması iledir. Devletin hem Türkiye'ki mevcut mülteciler ile hem de diasporadaki Türkler için ciddi çok yönlü politikalar geliştirmesi gereklidir. İş başa geldiğinde ise tren çoktan kaçmış olmaktadır.