OMUZUNA kadar dökülen kır saçları vardı. Sakalı seyrek olduğu için uzatmamıştı ama bıyıkları palaydı ve onlara hep özeniyordu. Bakımını yapıyor, tarıyor sonra da belirli aralıklarla eliyle düzeltme ihtiyacı hissediyordu. Sırtında belli belirsiz bir kamburluk olsa da kendini dik durmaya zorlayarak bunu telafi ediyordu. Gözleri iri, kaşlarıysa gürdü. En çok elleri dikkat çekerdi bedeninde. İri ve uzun parmakları vardı. Her parmağına gümüşten yüzük takardı. Sıkıldığında bir parmağından diğerine aktarırdı. Soranlara “Haksızlık yapmamak için” derdi. Bu şekilde âdil davrandığını düşünüyordu.

HATIRLATICI bu dedenin sohbeti dinlenirdi.

Muhabbetli ateşli, anlatımı güçlü, betimlemeleri düşündürücüydü. Hikayeleri insanı kuyudaysa oradan çıkarır, ipteyse kişiyi oradan alırdı. İbretliydi. Dinleyenler bu kıssalardan kendi hayatlarına dair muhakkak bir ipucu bulurlar, müşküllerini çözüp hacetlerini giderirlerdi. Gel gör ki, herkesle sohbet etmezdi. Muhabbetini esirgerdi. Ehli olana ve kıymet bilene ihtiyacı miktarınca sunardı.

AMA herkesle konuşurdu.

İnsan ayrımına gitmezdi burada. Herkesi müsavi görürdü. Bunu yine adaletle izah ederdi. “Sohbetini herkesle yapmıyorsun ama” diyerek itiraz edenlere ise “Hak etmeyene söz incisi verilmez, israftır. İsraf ise haramdır. Bu zulüm olduğundan adalet terazisini bozar” diyerek izah getirirdi.

Kendince haklıydı tabi.

YADIRGATICI bir hâli vardı ilk görenler için.

Sokak sokak gezerdi. Yorulmak nedir bilmezdi.

Bu sokak mesaisi sırasında normalde giydiklerinden farklı bir tarzı tercih ederdi.

Eskiciden alınmış intibaı veren ve bolca duran bu kıyafetin birkaç kombinezonu vardı. O günkü duygudurumuna göre yakıştırırdı birbirine.

Sağ ve sol yakası rozetlerle dolu olan ceketi ise hiç değişmezdi. O tam mesai görev başındaydı.

Dalgın, aygın ve baygın yürüyenlerin önüne geçip birden durduğunda kişiler şaşkınlık yaşarlardı. İşte tam bu sırada boynuna asıp ceketinin altında sakladığı üzerinde büyük harflerle “HATIRLA” yazan plastikten tabelayı aniden çıkararak duran kişinin gözüne sokarcasına uzatır ve karşı tarafın vereceği tepkiyi beklerdi.

Şaşakalan kişiler neye uğradığını yorumlayamayıp gülme veya kızgınlık arasında saniyelere sığan hızlı geliş ve gidişlerin ardından belli belirsin ve korkuyla karışık “Neyi?” diye sorarlardı.

İşte esas mesaj onlara verdiği bu cevaplarda saklıydı.

OLAĞANÜSTÜLÜK görülmezdi cevaplarında. Esas hikmetin burada değil olağan yürüyen işlerde, dönen devranda olduğuna inanıyordu.  Nazarımızı buraya çeker gözümüz önünde olana, her daim gördüklerimize dikkati kaydırırdı. Yani olağanüstülüğü olağanlıkta görüp teşhis etmemizi isterdi.

Kendini bu işe adamıştı.

Sokakta şaşakalan birine “Kış mı, yaz mı?” diye sormuştu. Kadın “Tövbe tövbe” diyerek baş parmağı ile damağını yukarı çarptırdıktan sonra karşı cevap vermeden yürüyüp gitmişti hışımla.

Sonradan epeyce düşündüm, haksız mıydı sorularında?

Yazlarımızda yazlık havası, kışlarımızda kışa uygunluk kaldı mı mesela?

Birine ismini başka birine de cismini hatırla demişti.

“Kim ismini unutur, kim cismine yabancı kalmıştır ki, onları hatırlasın” diye düşünüyorsanız eğer başlarda benim düştüğüm hataya düşmüşsünüz demektir.

Gerçekten isimlerimizi unutmadık mı, bize verilen isimlerin manasını hatırlayıp en son yapmak üzere olduğumuz bir kötülükten ne vakit vazgeçtik?

Hele Allah’ın bizler için Müslüman ismini seçtiğini emir buyuran âyeti hatırlatırsam kaçımızın yüzü buna uygunsuz işler tuttuğu için kızarmaz acaba?

En son hangi mazluma bizimle kan bağı bulunanlardan daha fazla acıyıp ağladığımızı hatırlıyor muyuz? Veya ne vakit mağfiret ağlamalarından ırak düştüğümüzü…

Birine “Duygularını”, bir başkasına “Zamanı”, o gün ilk karşılaştığı kişiye de “Yönelimlerini hatırla” demişti. Bunlar ezberlenmiş fiks cümleler değildi. Zuhurat idi. Belki de kişiye özel bir mesaj içeriyordu, bilmiyorum.

Kendimiz üzerinde düşünelim isterseniz, en çok sevdiğin, en fazla kahırlandığın türküleri hatırla.

Dalıp gittiğin, dolup taştığın şarkıları hatırla.

Papatyadan kopardığın ilk yaprağı, uzanıp dalından aldığın kızaran ilk kirazı, tadı ağzına dolan ilk dutu…

Gezdiğin yerleri, aldığın mesajları, sevdiğin telefon çalışlarını, annenin kapı örtüşlerini, eşinin kapı açışlarını, babanın kucağına koşuşlarını, martılara attığın ilk simidi hatırla.

Attığın nutukları, ben seni unutmam deyip ilk fırsatta unuttuklarını, verip tutamadığın sözleri, ağaçlara kazıdığın isimleri, kendin yapmayıp başkalarına verdiğin öğütleri, zenginlik hülyaları için helal dairesini aşındırmalarını, ilk fukaralık hallerini, sevgisizlikten üşümelerini, yarım kalan sevinçlerini ve şımarıklıklarını hatırla. Hepsini hatırla.

 Acaba bu hatırlamaların ne kadarı bizi mutlu edecek veya ne kadarı kahrın pençesine atacak?

İyi bayramlar. Ya Selam.