EHL-İ BEYT muhibbiydi.

Sözü döndürüp dolaştırır muhakkak buraya getirip bağlardı.

Bakışı, hissedişi, duygulanışı, anlayışı, kavrayışı, yaşama biçimi, söz söyleme yöntemi, iş tutma tarzı hep buna göreydi.

Ona göre sohbetin sohbet, muhabbetin muhabbet, eylemin eylem olması buna bağlıydı.

Bereketi burada arardı.

Kevser sırrına erip meveddet pınarlarından içmenin başkaca bir yolu, yöntemi yoktu.

EHL-İ BEYTİN gönlünde var olamayanların hakikatte asla var olamayacaklarına inanırdı.

Bu gibiler sadece beden tabutunu taşıyıp dolaştıran, kendi cesedinin taşıyıcılarıydı ona göre.

Yani bir nevi kendini diri sayan ölülerdi.

Ehl-i beyti hissedip sevmeyen bir kalbin kendi vasfını kaybettiğini, gönül olmaktan çıktığını ve sadece vücuda kan pompaladığını büyük bir şevkle anlatırdı.

Kelimeler ne kadar alev alsa da cümleler ne derece hararetlense de içinde bir kıymık bile olsa Hanedan-ı Ehl-i Beyti Mustafa’dan bir nefes barındırmıyorsa dinlemeye değer görmezdi.

Öyle toplulukların içine bir vesileyle düşmüşse bir alev topu misali kendini oradan uzaklaştırırdı.

Bizlere de bunu şiddetle tavsiye ederdi.

İçinde iman enerjisi barındırmayan malumat yığınlarının altında kalıp ruhumuzun ezilmesini istemezdi.

Bizde böyle yapardık.

KINARDI kendisini.

Hatadan, kusurdan, yanlıştan beri görmezdi.

İtiraflarını kıyada, köşede, kimselerin görmediği tenhalarda değil, herkesin içinde, huzurumuzda yapmayı tercih ederdi.

Bu davranışı hoşumuza giderdi. Mühim bir örnekti bu bizim için…

Eleştirilebilir olmayı, nakıs olduğunu kabul edebilmeyi önemserdi.

Kendisine anlattıklarından dolayı kusursuzluk atfedilmesine asla müsaade etmezdi.

Bunun kapısının aralanması halinde işin ucunun nerelere kadar varabileceğini, dostlarının abartma potansiyellerinin ne kadar güçlü olduğunu bilirdi.

İnsan nefsinin kendisini abartmak için sevdiği şahsiyetleri büyütmelerinin nasıl hileli bir tuzak olduğunu kavradığından bu vartaya düşmezdi. Ne kendisini yücelttirmeye izin verirdi ne de bu vesileyle abartıcının gizli özne olarak kendisini yüceltmesine müsamaha gösterirdi.

İşte bu sebeple olmalı ki, gözümüzün önünde sahte mütevazılık perdesi altına gizlenmeden daha önce anlattıklarındaki noksanlıkları, duygularındaki kabarmaları sarih bir şekilde aktarır ve “Kusurdayız çocuklar” diyerek bizi de kendi muhasebesine ortak ederdi.

“MERD-İ MEYDANIM dersin meydanda yoksun” cümlesi kimliği haline gelmişti.

“Lafını edersin ama sözün kendine bile tesir etmez” şeklinde de anlayabileceğimiz bu geniş açılımlı cümlenin parantezine neler sığmazdı ki…

Bazan bu itiraf cümlesinin içini şöyle doldururdu.

“Nübüvvet meydanının merdi Efendimizdir. Mertlik meydanının merdi İmam-ı Alidir.”

Bu ikrarıydı. Var olanı teslim etmekti ancak bununla sınırlı değildi.

“Nübüvvet meydanının merdi Sevgili Peygamberimiz vahyin hamilidir. Hakikatin mübelliğidir.

Hasenenin üsvesidir. Kulluğun tevazu zirvesidir. İmanın güvenli kalesidir. Ahlakın tamamlayıcısıdır” dedikten sonra bombayı patlatırdı kalbimizde.

“Peki, sen nesin?” derdi öncelikle kendisini içine dahil ederek.

Bu üç kelimelik sorunun içine de neler sığmazdı ki…

Mesela;

Müslümanım dersin, teslim olmazsın.

Mü’minim dersin, emin olmazsın.

Kur’an-ı Kerim kitabımdır dersin, anlamaya çalışmazsın.

Fahr-i Kâinat Efendimiz peygamberimdir dersin, ahlakından bir nüve barındırmazsın.

Dervişim dersin, hâl taşımazsın.

Ben fakir dersin, ama zenginlik hülyalarına dalarsın.

Fâniyim dersin, hep bâki kalacakmışsın gibi yaşarsın.

Mahcubum dersin, ayıplarını çoğaltmaktan geri durmazsın.

Tövbekârım dersin, tövbeni bin kere bozarsın.

Ölmeden önce öldüm dersin, nefsini diri tutarsın.

MEYDAN yiğit ister. Yürek ister. Mertlik ister.

Lafı laf olmaktan çıkarıp söz mertebesine taşınmasını ister.

Hadi bizde yazıyı o can yakıcı, yürek dağlayıcı soruyla bitirelim.

“Peki, sen nesin, kimsin?”

Ya Selâm!