Ülkemizde her 8-10 yıl arasında askeri darbe yaşanmaktadır. En son 15 Temmuz 2016 tarihinde yaşadığımız FETÖ darbesi bu sürecin devam ettiğinin en önemli göstergesidir. Bu darbelerin azmettiricisi daima ABD olmuştur. Nitekim askeri darbenin elebaşı Fetullah Gülen hala ABD’deki köşkünde krallara layık bir şekilde ağırlanmaktadır.

Ülkemizde her 8-10 yıl arasında askeri darbe yaşanmaktadır. En son 15 Temmuz 2016 tarihinde yaşadığımız FETÖ darbesi bu sürecin devam ettiğinin en önemli göstergesidir. Bu darbelerin azmettiricisi daima ABD olmuştur. Nitekim askeri darbenin elebaşı Fetullah Gülen hala ABD'deki köşkünde krallara layık bir şekilde ağırlanmaktadır.

Parasını ödediğimiz hatta önemli bir kısmını ürettiğimiz F 35 uçaklarının verilmemesi, Suriye ve Irak'da PKK terör örgütünün açıkça desteklenmesi, Halk Bankası üzerinden ekonomik kriz üretilmesi, Ege Denizinde Yunanistan'a askeri destek verilmesi ve açıkça düşman devletlere uygulanan yaptırımların ülkemize uygulanması gibi daha nice olay Türkiye için en büyük tehdidin ABD'den geldiğinin açık birer delilidir.

Ne yazık ki hükümetimiz ABD'ye karşı milletimizi koruyacak politikaları yeterince üretememiştir. ABD hala küstah ve muhasım olarak düşmanca tutumunu sergilemeye devam etmektedir. Şu hususu altını çizerek belirtmek isterim ki; 'Aç canavara sevgi beslemek onun iştahını arttırır. Dönüp gelerek dişinin kirasını ister'.

İşte ABD politikaları aynen bu şekildedir. ABD, haydut devlet olarak Türkiye'yi bir sağdan bir soldan tokatlamaya devam etmektedir. Bu yazıda 24. Yıldönümünü yaşadığımız ve ABD'den yediğimiz tokatlardan en acılarından bir tanesi olan 28 Şubat 1997 askeri darbesini ele almak istiyorum.

Türkiye'de 1997 yılında yaşananlar ordunun doğrudan siyasete müdahalesi olarak görülmüş ve askeri darbeler içinde ele alınmıştır. Nitekim darbeci generallerden Çevik Bir, Sincan'dan tankların geçmesiyle ilgili olarak "Demokrasiye balans ayarı" demiştir. Askeri darbenin diğer mimarlarından Karadayı'dan sonra göreve gelen Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu ise "28 Şubat, 1000 yıl sürecek" diye konuşarak nasıl bir tavır içinde olduklarını açıkça göstermişlerdir.

Deniz Kuvvetlerinde ise Donanma Komutanı Güven Erkaya benimde içinde bulunduğum savaş gemilerinde görevli tüm subayları toplayarak 'özellikle eşi başı örtülü askerlerin PKK'dan bile daha tehlikeli!' olduğunu söyleyen nutuklar atıyordu. Silahlı Kuvvetler içinde başörtüsü düşmanlığı şeklinde süren tarihte görülmemiş bir terör uygulaması başlatılmıştı.

28 Şubat sürecine baktığımızda kısaca şu olayların gerçekleştiğini görüyoruz. Türkiye'de 28 Haziran 1996'da Refah Partisi (RP) ile Doğru Yol Partisi'nin (DYP) Necmettin Erbakan başbakanlığında kurmuştu. Darbeci generallerin elebaşılığını yaptığı bu dönemde ben de Yüzbaşı rütbesinde İstanbul Boğaz Komutanlığında görev yapıyordum.

ABD'nin maddi ve manevi desteği ile öncelikle Cumhurbaşkanı Demirel askerler tarafından ikna edilerek darbe sürecini bir ileri aşamaya taşımıştır. Bu esnada Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde yasadışı olarak kurulan 'Batı Çalışma Grubu' darbe esnasında karşı çıkma potansiyeli içinde gördüğü binlerce askeri fişlemeye başlamıştır.

ABD bu dönemde darbe faaliyetlerine hız vermiş bir çok devlet büyüğünün faili meçhul cinayetlerle öldürülmesi için eylemlerde bulunmuştur. Cumhurbaşkanı Özal ve Orgeneral Eşref Bitlis'in şehit edilmeleri bu suikastlardan sadece iki tanesidir.

İşin acı tarafı ise bu suikastlar medya yardımı ile hükümetin aleyhinde kullanılmış Erbakan Hükümeti iki taraflı bir kıskacın içine konulmuştu. Nitekim 3 Kasım'da meydana gelen Susurluk kazası veya suikastı da "Sürekli Aydınlık için Bir Dakika Karanlık" eylemlerinin yapılmasına gerekçe olmuştur.

Bu çift taraflı kıskaca; sendikalar, yargı kurumları ve TÜSİAD gibi önemli sanayicilerin de katılmıştır. İşte 28 Şubat 1997 tarihindeki Milli Güvenlik Kurulu toplantısı bu şartlar altında gerçekleştirilmiştir.

9 Saat süren toplantıda alınan kararlar büyük baskılar sonucu Başbakan Erbakan'a zorla da olsa imzalanmıştır. MGK bildirisinde askerler tarafından trajikomik bir şekilde demokrasi ve hukukun teminat altında olduğu ileri sürülmüştür.

28 Şubat Kararlarından sadece üç tanesi benim de içinde bulunduğum ordudan Yüksek Askeri Şura Kararı ile emekli edilen askerler ile ilgiliydi. Bu askerlerin kamuda görev yapamayacağı vurgulanıyordu. Buna rağmen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan benim gibi ordudan ayrılmış olan askerlerin belediye başkanlığında görev yapmasına engel olmamıştı.

Bu kararı onun siyasi kariyerinde en önemli olan aşamaya neden olmuş ve sonuçta 'şiir okudu' diye hapse atılmıştı. Başkanlık görevinden alınan Erdoğan'ın yerine gelen Ali Müfit Gürtuna geçmişti. İlk icraatı da bizlerin işine derhal son vermek olmuştu.

Bizler asker iken YAŞ kararları yargıya kapalı olduğu için haklarımızı almak için yargıya gidememiştik. Fakat şimdi sivildik ve İdari Mahkemeye başvurduk. Başvurumuz sonunda mahkeme memuriyet yapmamızda bir sakınca görmeyerek başvurumuzu haklı görmüş ve bütün arkadaşlarımla beraber mahkemeyi kazanmıştık.

Hep birlikte İstanbul Büyükşehir Belediyesindeki görevimizin başına döndük. Erdoğan da hapisten sonra yeni kurulan Ak Parti'nin başkanı olarak Türk siyasi hayatına girmişti. Belediye Başkanlığında göstermiş olduğu başarıyı Başbakanlıkta ve Cumhurbaşkanlığında da gösterecek halkın sevgisini kazanarak yıllarca tek başına iktidar olmayı sürdürecekti.

28 Şubat döneminde bizimle ilgili üç maddeden başka diğer maddeler ise şunlardı. Hükümetin 8 yıllık kesintisiz eğitime geçmesi, bazı okulların Milli Eğitim Bakanlığı'na devredilmesi, Kuran kurslarının denetlenmesi ve kılık-kıyafet kanunun uyulması ya da kısaca 'başörtü yasağı' gibi insan haklarına aykırı bir dizi eylemin hayata geçmesini istiyordu.

Bu toplantıdan birkaç ay sonra iktidardaki RP hakkında "başörtüsüne serbestlik' tanıdığı gerekçesi ile kapatma davası açıldı ve sonrasında kapatıldı. Bu dönemde Genelkurmay Karargahı'na davet edilen gazetecilere, yargı mensuplarına ve üst düzey bürokratlara komuta kademesi tarafından "irtica tehdidine karşı brifingler" verildi.

Günümüzde ise 28 Şubat darbecileri hiç de utanıp sıkılmadan biz siyasete karışmadık diyebilmektedirler. Demek ki yüzleri manda derisinden daha kalındır ve haya edip kızarmasına imkan yoktur.

Bu dönemde Genelkurmay bünyesinde Batı Çalışma Grubu adı altında yasadışı bir yapı oluşturulduğu ve birçok kişi, kurum ve olay hakkında kayıtlar tutularak fişleme yaptığı ortaya çıkmıştı.

Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, darbeci generallerle işbirliği yaparak hükümeti kurma görevini Mecliste çoğunluğu meydana getiren iktidarın diğer ortağı DYP Başkanı Tansu Çiller'e değil, Anavatan Partisi Genel Başkanı Mesut Yılmaz'a vermişti.

Bu dönemde darbeci generaller milletvekillerini açıkça tehdit ederek birçoğunu iktidar partilerinden istifaya zorladılar. Kusursuz bir biçimde darbeci askerlerin terörü devam ediyordu ve Haziran ayı sonunda da Yılmaz, Bülent Ecevit'in lideri olduğu Demokratik Sol Parti (DSP) ve Hüsamettin Cindoruk'un liderliğindeki Demokratik Türkiye Partisi (DTP) ile satın alınan ve ölümle tehdit edilen milletvekillerinin meydana getirdiği ANASOL-D koalisyonunu kurmuştu. Ülkemiz bu dönemde eşine rastlanmayan banka hortumlamaları ve ekonomik krizlerle dolu birkaç yıl geçirdi.

28 Şubat 1997'de yaşanan ekonomik krizlerin en önemli sebebi çoğu darbeci generalin yönetiminde bulunduğu banka hortumlamaları ve yolsuzluklardır. Öyle ki bu süreç Türkiye ekonomisini nice ekonomik krize sürüklemiştir. Türkiye ekonomisinde büyüme oranı düşmüş 2000 yılında milli gelirimiz 201,6 milyar dolar iken 2001'de 144,6 milyar dolara kadar gerilemiştir. Yabancı yatırımcılar Türkiye'den kaçmış 25 banka hortumlanarak iflasa sürüklenmiş ve zararları milletimize ödettirilmiştir.

Bu dönemde ülkemizin kan kaybının 250-450 milyar dolar arasında olduğu çeşitli ekonomistlerin sunduğu raporlardan anlaşılmaktadır. Ayrıca Meclis Araştırma Kurumunun 28 Şubat dönemi ile ilgili olarak yayınlayıp sunduğu raporlarda bu dehşetli rakamlar ortaya çıkmış Milli gelirlerimizde büyük kayıplar olmuştur.

28 Şubat dönemine genel olarak baktığımızda 1990'lı yılların başından itibaren, ABD'nin öncülüğünde birtakım kaos planlarıyla yürütülen bir istikrarsızlaştırma döneminin ardından, 28 Şubat 1997 MGK toplantısı ile ete kemiğe bürünen bir post modern darbe sürecini görmüş oluruz.

Bu süreç esnasında ordumuzda görev yapan beş bine yakın subay ve astsubay, ordu içi hiyerarşik bir darbeyle görevlerinden ihraç edilmiş; bir o kadarı da, uygulanan baskı yöntemleri ile istifa ve emekliliğe zorlanarak görevlerinden uzaklaştırılmıştır.

BÇG olarak ta bilinen 'Batı Çalışma Grubu' adlı yasadışı örgüt önce ordu içerisindeki darbe ve vesayet karşıtı unsurlar olarak gördüğü bizleri saf dışı etmiş; ardından ülke genelinde topyekûn bir psiko-sosyal savaşın yönetimini üstlenmiştir. Bunu yaparken, toplumu bir arada tutan değerler birer tehdit unsuru olarak tanımlanmış ve başta dini değerler olmak üzere bizleri bir araya getiren bütün değerlerin tamamına savaş açılmıştır.

BÇG isimli yasadışı örgüt, ordu içi darbeyi gerçekleştirdikten sonra, 'dost kuvvetler' ya da ' silahsız kuvvetler' diye isimlendirdiği medya, sivil toplum örgütleri, siyasi kuruluşlar ve akademisyenlerden oluşan darbe işbirlikçisi bir kesimle omuz omuza vererek toplumun her kesimine karşı topyekun bir sosyo-pisikolojik harekat başlatmıştır.

Bu darbenin ordu içi dindar askerleri temizleme harekatından sonra 15 Temmuz 2016 FETÖ darbesi meydana gelmiştir. Bu darbeye başlangıçta ordu içinden karşı çıkacak doğru dürüst kimse bulunamamışken halkın sokaklara dökülüp askeri kışlaların önüne araçları yığarak darbeyi kilitlemesi sonrasında FETÖ örgütü ile işbirliği yapan generaller saf değiştirerek halkın yanına geçmiştir. Yeni bin yıla girerken, ülkemize bir deli gömleği giydirilmek istenmişse de Allah'a çok şükür bu büyük badire 250 şehitle atlatılmıştır.

15 Temmuz darbesinin önlenmesinin en önemli nedenlerinden bir tanesi 28 Şubat döneminde ordudan atılan bizlerin milletimizle beraber olup tanklara karşı göğüs göğse mücadele vermesidir. Milletin sinesine dönen on bin asker, toplumun her kesiminde ve bulundukları her platformda darbecilerin maskesini düşürerek, onların kirli yüzlerini halka göstermiş, sivil direniş ve dayanışmanın mayası olmuşlardır.

Bu direniş ve dayanışma şuuru sayesinde 2002 yılında halkımız darbeci generallere güçlü bir tokat vurmuş ve değişim hareketini başlatmıştır. Ve nihayet 2010 yılında gerçekleşen referandumla 1000 yıl süreceği hesaplanan bir süreç tüm bileşenleri ile sorgulanmaya başlanmış; bir yandan o dönemin yaraları sarılmaya çalışılırken, bir yandan da darbecilerin yargılanmaları gündeme gelmiştir.

Yargılanacaklarını anlayan darbeci, vesayetçi anlayış ve işbirlikçileri yargılama sürecini sulandırmaya ve bulandırmaya, at izini it izine karıştırmaya çalışsa da hem devletimiz, hem de halkımız bu darbecilerin ve işbirlikçilerinin kim olduklarını bilmektedirler.

ABD'nin emirlerini yerine getirerek 'gözünün üstünde kaşın var' misali, 'eşinin üzerinde başörtüsü var' diyerek binlerce mağdur insanın oluşmasına sebep olan darbeci generaller; üç yıl önce müebbet hapis cezası aldıkları halde hala serbestçe gezip küstah bir şekilde basına demeçler verebilmektedir.

Bu dünyada emsali olmayan skandala karşılık hükümetimiz seyirci kalmaktadır. Üstelik bu darbecilerin mağdur ettiği binlerce aile hala perişan bir şekilde hükümetin defalarca vermiş olduğu sözlere dayanarak tazminat almayı beklemektedir. Kamu Denetçiliği Kurumunun Meclise ve hükümete bildirdiği kararları hala görmezden gelmek akıl dışı ve vicdansız bvir durumdur. Askeri vesayet sisteminin uzamasına neden olan bu duruma sebep olanları sağduyuya davet ediyorum.

Nasıl ki; 15 Temmuzda yeni bir darbeye teşebbüs eden ABD, halkımızdan gerekli tokadı yiyerek kıç üstü oturdu. Şimdi de hükümetimiz daha fazla geç kalmadan mağdur edilen insanlarımıza tazminat ödemeli ve müebbet hapis cezası almış darbecileri hapse tıkmalıdır, vesselam…